Yardım çabalarının merkezi Türkiye

II. Dünya Savaşı sırasında Yahudilerin Avrupa’da maruz kaldığı zulüm ve Soykırım konusunda Amerika’yı uyandırmayı başaran Ira Hirschmann, artık somut olarak atılması gereken kurtarma adımları üzerinde kafa yoruyor. Hirschmann’ın mücadelesini, kendi ifadeleriyle, öğrenmeye devam ediyoruz…

Perspektif 1 yorum
28 Temmuz 2020 Salı

Aaron Nommaz

 

Kapılar bir bir açılıyor…

“Arayış içindeyken 1943 yılında bir arkadaşım beni Avrupa Yahudilerini Kurtarma Olağanüstü Komitesinin toplantısına davet etti. Merakla kabul ettim. Bu toplantıda din bilgini, saygın konuşmacı ve Ortadoğu’yu iyi tanıyan Filistin Hahamı Kook ile süper bir organizatör olan Peter Bergson ile tanıştım. Bana çalışmalar Türkiye’nin kilit ülke olduğunu anlattılar. Tarafsız ve Filistin’e giden deniz ve kara yollarına hâkim olarak Türkiye’nin kurtarma çalışmalarıma başlamak için ideal bir seçim olacağı aşikardı ancak Amerikan Dışişleri ve askeri otoriteleri, tehlikeli gördükleri bölgelere vatandaşlarının gitmelerini cesaretlendirmiyor hatta engellemeye çalışıyorlardı.

Kook ile Bergson Dışişlerini hareketlendirebileceğime nedense benden çok inanmışlardı. Onların yüreklendirmesi ve yönlendirmesiyle işe Dışişleri Bakanlığından başlamaya karar verip bir mektupla, randevu müracaatında bulundum. Ciddiye alırlar mı diye düşünürken bir hafta içinde Göçmenlerden Sorumlu Bakan Yardımcısı Breckinridge Long’dan Washington’da kabul edileceğim haberi geldi. Kimlerin bu randevuyu almamı kolaylaştırdığını, şüphelerim olsa da halen anlamış değilim ancak nihayet resmi makamların desteğini alabileceğim umudu beni mutluluktan sarhoş etti. Çalışmaların başarı şansı bu toplantının sonucuna bağlıydı. 

Kararım kesinleşmişti. Hedefim Almanya ve uydularından kaçan Yahudilere yardım etmekti. Eylemlerimin merkezi Türkiye olacaktı.

Balkan Yahudilerinin Filistin’den başka gidecek yerleri olmadığı gibi bu yörenin Tevrat’ta vaad edilmiş topraklar içinde olması anlam taşıyordu. Ayrıca Mısır sürgününden sonra burayı devlet edinen Yahudilerin, Babil Kralı Nabukadnazar zamanında kovulmalarından beri uzun bir sürgün süresini vatansız geçirmeleri, bu yerleşim seçimini zihinlerde tabileştiriyordu. Filistin’de mücadele eden Yahudiler kararlı bir irade ortaya koyarak, bu faaliyetleri geri dönüşü olmayan, nihai ‘kurtuluş veya ölüm’ mücadelesi olarak görüyorlardı. Artık planım şekillenmişti, arkama alabildiğim devlet desteğiyle Türkiye’ye gidip, on binlerce insanın hayatına mal olan vize probleminin çözümüne katkı sağlayacaktım. Bunu yapabilirdim ancak işimi ihmal edeceğim kesindi ve en çok Bloomingsdale’s Yönetim Kurulu Başkanı Walter Rothschild’in tepkileri ile karşılaşacağımı biliyordum. Kendisini yemeğe davet ettim. ‘Memnuniyetle, baş başa yemek yiyelim, konuşmak istediğin önemli konular olduğunu tahmin ediyorum’ dedi. İyi bir işaret.

Amacımı biliyordu, kararlılığım hakkında ona bilgi ulaşmış olmalıydı. New York’un en popüler kulübü Stork Club’da rezervasyon problem olmadı. Kulübün sahibi Billingdale her zaman gelmesini arzu ettiği kişilere bazı masaları ayırırdı. Ayrıca kalabalığın içine karışmak istemeyenler için de özel odaları vardı. Resepsiyondaki zarif ve derin yırtmaçlı bayanı takip ederken Kennedy’lerle beraber olan Vanderbilt’lerle selamlaştık ve Ernest Hemingway’in sanatçı dolu neşeli masasının yanına yerleştik.

Walter, ‘Ira, New York’un ilginç yerlerini popüler bir bekar olarak senden iyi bilen yok galiba, ne hoş ve neşeli kalabalık. Amerika’da, Avrupa’daki savaş sonrası zenginleşmeyi bu salondan anlayabiliyorsun. Herkesin kazancı yerinde, yüzleri gülüyor’ dedi.

‘Sevgili Walter, seni en iyi nasıl ağırlarım diye çırpınıyordum. Beni her çabamda destekledin, bana mentorluk yaptın. Başarılarımızda başrolü oynadın. Beğendiğine çok sevindim.”

Aç karnına konsantre olamayacağını düşünerek havadan sudan sohbete devam ettik. Gözlerini etraftan alamıyordu. Bir yanda Marilyn Monroe, diğer tarafta menajeri ile Frank Sinatra… Sıra şaraba geldi. Ismarladığım şişe, 1924 Chateau Mouton Rothschild masaya 18 derece civarında, mahzenden çıkmış hali ile geldi, biraz yıllanmış... Somelier mantarı kokladıktan sonra, ‘Yıllar yaramış, bu nasıl bir aroma’ diye içini çekti, ‘Lord Walter Rothschild, böyle bir şarap yaptığınızdan dolayı sizi tebrik ederim. Kolay iş değil. Bay Hirschmann siz de çok zevkli bir seçim yaptınız...’ dedi.

Hoş sohbetimiz tatlıya kadar sürdü, artık konuya girmenin sırası gelmişti.

‘Walter, önümüzde artık Bloomingsdale’s’e çağ atlatacak bir proje yok, başlattığımız işleri iyi yönetebilecek kadromuz var. Beni için için kemiren bir arzu var; canlarını korumaktan bile mahrum edilen günahsız insanlara yardım. Çevrem ve senin desteğinle katkı sağlayabileceğimi bile bile pasif davranırsam, ömür boyu suçlu hissedeceğim. Nazilerden kaçan Yahudilere yardıma kararlıyım ve çalışmalarıma İstanbul’dan başlayacağım.’

‘Ira, nasıl bırakıp gidersin? Sorumlulukların ve meyvelerini toplamaya başladığın önemli projelerimiz var?’

Bana kızgın olsa da kararlılığımı görünce çaresiz olduğunu anladı. ‘Senden iki yıllık bir sebatical rica ediyorum’ dedim.

‘Seni iyi tanıyorsam kafana koyduğun mücadeleden yılmayacaksın’ demesinden sonra tatlıya bağladığımız hissi ile rahatladım.

Bahsettiği proje gençlerin Bloomingsdale’s’e geri dönüşünü sağlamamdı. Daha önce modaya uygun konfeksiyon ürünleri ile öncü kalmaya çalışıyorduk. Ancak büyük bir mağazanın beş yıllık ürün planlama sistemi ile işler yürümüyordu. 5. Caddedeki irili ufaklı butikler gençlere daha cazip geliyor, müşteri kaybediyor hem de moda değişimlerinde elimizde satılması mümkün olmayan stoklar oluşuyordu. Önerim mobilyacılıktı. Bu işe metrekare gerekirdi, o da bizde olup rakip butiklerde yoktu.

Walter aynı zamanda MOMA’nın yönetim kurulundaydı. Onun desteğiyle, bu prestijli mekânda, dünya çapında bir mobilya tasarım yarışmasını gerçekleştirdik. Bu, bize hem şık modeller kazandırdı hem de basının ilgisini çekerek paha biçilmez bir reklam oldu. CEO olarak hayalimin gerçekleşmesi sonunda Bloomingdale’s de tekrar önder konumuna kavuşmuş oldu. Bilhassa yeni evliler akın akın gelmeye başladı. Ayrıca Bloomingsdale’s adını çok şık “B” harfli logo ile süsledim. Logo markamız oldu; “B” öyle kabul gördü ki mağazanın adının önüne geçti. Walter’ı anlıyordum ama içimde yanıp tutuşan insanlığa hizmet arzusu mağazacılık çalışmalarımdan daha zor olmakla beraber, ulvi ve değerli idi. Bu fırsatı değerlendirmeye kararlıydım.

Sırada Bakan Yardımcısı Long ile alınmış randevum vardı. Acaba ne diyecekti, faydalı olabilmem için gereken imkânları sağlamaya hazır mı? Rivayete göre antisemit eğilimi olan biriymiş.

Randevumdan on dakika önce bakanlıkta Long’un özel kaleminin yanına geldim. Beni bekletmeden içeri alması için talimatlıymış, iyi bir gösterge. Breckinridge Long beni ayakta karşıladı ve masasının önünde değil de karşılıklı oturma düzeni olan kısma aldı, umut verici…

‘Ira, neden geldiğin hakkında bilgim var. Mültecilerden sorumlu bakan yardımcısı olarak dosya önüme geldi. Devlet memuru veya meslekten diplomat olmayışın başta düşündürücü oldu. Evian Konferansına özel statüde katılmış, gidişat hakkında gerçekçi ve aydınlatıcı raporların Başkan Roosevelt’in dikkatini çekmiş, beğenisini kazanmış olacak ki görevlendirilmen hızlıca kabul gördü. Tesadüfen, çalışmaların ve girişimlerin WRB (Savaş mülteci masası) kurulması ile çakıştı. Bulduğun destekler sonucu, kimler olduğunu da bilemiyorum, WRB’nin Türkiye özel temsilciliğine atandın. WRB’nin amacı Nazi vahşetinde ölüm tehlikesiyle karşı karşıya olan azınlık mensuplarının süratle kurtarılması. Bu amaca hizmetlerinde yönetim seni en güçlü şekilde destekleyecek.’

‘Çok sevindim, nihayet Amerika bildiğimiz ve inandırıldığımız prensiplere uygun davranıyor. Faydalı olacağıma inansam da ne derecede etkili olabileceğim zamanla belli olacak ancak canla başla hizmet edeceğime inanabilirsiniz. Bu imkânı tanıdığınız için müteşekkirim. Bana umut veren, Struma olayını incelediğimde, faciaların mültecilerin vize alamamasından kaynaklandığını anlamamdı. Çözüm getirebileceğime inanıyorum. Bu müdahaleyi daha önce yapılabilseydik Nazilerin pençesinden on binlerce hatta daha fazla insanın hayatını kurtarabilirdik’ dedim.

‘Ira, resmi telgraf Ankara’daki Büyükelçimiz Laurence Steinhardt’a çekildi. Seninle çalışmaktan mutluluk duyacağını belirtti. Önemli olmasa da, o da senin gibi Yahudi’dir.’

Steinhardt da Türk makamlarına Ankara’ya gelişim ve amaçlarım hakkında bilgi vermiş ve mutabakat sağlamıştı.

Türk Büyükelçiliğine ziyaret

Türkiye’ye gitmeden yapmam gerekenler listemde ilk sırada Türk Büyükelçi’si Mehmet Münir Ertegün’den randevu almaktı. Kendisini Jane bana Washington’da tanıştırmış ve oğlu Ahmet Ertegün’ün müzik tutkusundan bahsetmişti. Ulaşmam zor olmadı, beni sefarette öğlen yemeğine davet etti.

Kendisinden öğreneceğim çok şey vardı. Hükümete yakınlığı sayesinde olayları takip etme ve doğru bilgilere ulaşma gücüne sahipti. Ancak bunları açıkça paylaşabilir miydi yoksa Lord Lindlay gibi kaçak oynamayı mı tercih edecekti? Tabii Struma felaketini soracaktım. Başarılı olabilmem için tavsiyeleri ne olurdu, örf - adetler hakkında dikkat etmem gerekenler nelerdi, kimlerle temas etmemde yarar olur, kimlerden uzak durmalıydım?

Randevu günü Massachusetts Avenue’deki Türk Büyükelçiliğine vardım. Sefaret şehrin prestijli semti Sheridan-Kalorama’da, görkemli modern bir bina külliyesinde olup sıkıca korunmuştu.

Türk yetkilileriyle ilk karşılaşmamda, Struma hakkında sorularım rahatsızlık yaratabilirdi. Heyecanlıydım. Konuya nasıl yaklaşsam diye düşünüp duruyordum…

Ekselansları beni samimi bir şekilde kabul edip ‘rakı’ ile tanıştırdı. ‘Bu içki ile Ankara’da çok karşılaşacaksın. Rakı sohbet, şarap ise ziyafet içkisi, çok dostluklar kazandırıp kapılar açabilir’ diye nasihat etti.

‘Oğlunuz Ahmet hakkında çok olumlu şeyler duydum. Genç yaşına rağmen, müzik aleminde, bilhassa Afrika Amerika eksenli caz konusunda kendisinden bahsettirmeye başlamış bile’ dedim.

‘Seversen öğleden sonra burada prova yapacaklar, dinleyici olarak katılabilirsin. Ray Charles diye birini beğeniyor, takip ediyor. Açıkçası işlerine aklım ermiyor, ama tutkulu.’

‘Ekselansları çok mutlu olurum. Bu yıllarda Washington’da bir sefarette siyahi müzisyenlerin serbestçe çalmaları özellikle çok olumlu sosyolojik mesaj içerir. Cazdan pek anlamam, klasikçiyim ama kesinlikle dinlemek isterim. Geçenlerde bir arkadaşım beni Harlem’de Minton Playhouse’a götürüp bebop türüyle tanıştırmıştı. Aykırı bulduğum müziğin beni bu kadar etkileyebileceğini düşünemezdim.’

‘Ahmet o kulübe sık gider ve müzisyenlerin niteliğinden bahseder’ dedi.

Balkonda rakımızı yudumlarken, yemek öncesi konuya girmeye niyetliydim.

Bir nefeste ‘Ekselansları gidiş amacımı ve neden bilhassa Türkiye’ye gittiğimi biliyorsunuz. Amerikan kamuoyunu çok meşgul eden, benim de rüyalarıma giren bir olay var; Struma. Bu konu hakkında beni aydınlatırsanız minnettar olurum’ dedim.

‘Ira bana Münir diyebilirsin. Struma ülkem yöneticilerinde ve bende travma yaratmış bir faciadır. 1941 Aralığında hayvan ve hububat taşıyan mavnadan dönme, Nazilerden kaçan 756 Romen Yahudisi taşıyan taka İstanbul’a gelmişti. Bu insanlar canlarını kurtarma çabalarıyla Filistin’e gitmek üzere yola çıkmış ancak İngilizler vize vermeyi reddettiklerinden Türkiye üzerinden herhangi bir yere gitme imkânları olmamıştı. Aylarca İngilizlerle yazıştık. Bize geldikleri yere iade etmemiz önerildi. Ancak, motoru tamir edilemeyecek kadar kötü durumda olan geminin seyahat imkânı yoktu. Hem dönseler Romanya’dan izinsiz ayrıldılar bahanesiyle toplama kamplarına gönderilecekler ve sonları kesin ölüm olacaktı. Filistin’e giden bütün gemiler Boğazlardan serbestçe geçip yollarına devam edebilmiş ve hiçbir engelle karşılaşmamıştı. Tabii Montrö anlaşmasından dolayı geçiş hakları vardı ancak engellemek pek de zor olmazdı. Filistin’deki İngiliz Manda Yönetimi bu gemilerde casuslar olduğunu iddia edip geçişlerinin engellenmesi talebini yineliyorlardı. İstense bu bahane ile geçişe izin verilmeyebilirdi. Ayrıca, Amerika dahil hiçbir ülke bu sefillere kucak açmak bir yana yardım eli dahi uzatmıyordu. Aralık ayında Panama bandıralı taka vardığında Sarayburnu açıklarında demir atmasına izin verilecek miydi?

Uzun tartışmalar sonucu takaya demir atacağı noktayı belirlemek için Deniz Kuvvetlerine koordinat bildirmesi talimatı verildi. Ankara, kendini hiç arzu etmediği zor bir durumda bulmuştu. Yolcular karaya indirilse barındırılmaları ve beslenmeleri gerekecekti zira İngilizler vize vermediklerinden yollarına devam etmeleri mümkün görünmüyordu. Şimdi söyleyeceklerim ‘off the record’. Herhangi bir yerde anlattıklarıma işaret eder ve adımı kullanırsan bil ki inkâr ederim.

Bilindiği gibi I. Dünya Savaşında Almanlarla bir olduğumuzdan büyük kayıp ve zararlarla çıkmıştık. Ülke ekonomisi kırılgan haldeydi. Vatandaşlarımıza ekmek bulmakta zorlanıyorduk, millet nüfus kağıtlarıyla kuyruğa girip zar zor bir somun ekmeğe ulaşabiliyordu. Vatandaşının hayatlarını medenice idame ettirme imkânı olmayan bir ülkenin, barındıramayacağı ve besleyemeyeceği mültecileri kabul etmesi akılcı değildi. Diyelim ki bu kişiler bir kampa yerleştirildi ve mahalli ve Filistin’deki Yahudi cemaatleri bunların iaşesini sağladı. Arkada hayatları pahasına gelme ihtiyacında olan milyonlar var. Bu gemidekiler kabul edilse diğerleri nasıl ret edilecek? Büyük kitlelerin kapımıza dayanıp yardım istemeleri kaçınılmaz olacaktı. Bu durumda, mültecileri topraklarımıza kabul etmek bizi aşan sorunlar yaratacaktı.

Başbakan Refik Saydam’ın sözleri de yanlış anlaşılmıştı. Kendisinin ‘Kimsenin istemediği insanları ben niye kabul edeyim’ demesi bu imkânsızlıklardan kaynaklanıyordu. Bu insanların Struma’ya binmeden önce Romen polisi tarafından çapulcular edasında soyuldukları biliniyor ve yaşamlarını idame ettirme şansları olmadığı gibi diğer ülkelerden de pek destek gelmiyordu.

Onlara düzgün yaşam imkânı sağlayamasaydık bu kez kötü muamele etme durumunda kalacaktık. Unutmamak lazım ki İngilizlerin üzerimizde yoğun baskısı vardı ve mültecilere yardımcı olmamız muhalif bir tutum diye algılanıyordu. Almanlar da durumu takip ederek bizim Nazilerden kaçanlara yardımcı olmamızdan rahatsız olmakla beraber ülkemizde ideolojilerini yayma konusunda etkinleşmiş, basında ve devlette çok yandaş bulmuşlardı. Tarafsız kalıp savaşa katılmama kararımızı uygulayabilmemiz için bu güçlü ülkelerle ters düşmememiz gerekiyordu. Bu ortamda, kimsenin istemediği ve yardım eli uzatmaya yanaşmadığı bu insanların durumu ülkemiz açısından çözümsüz bir ikilem yaratıyordu. Rodos’ta Başkonsolosumuz Selahattin Ülkümen’in, Marsilya’da Başkonsolos Necdet Kent’in ve Paris’te Büyükelçimiz Behiç Erkin’in Yahudileri kurtarmak için yaptıklarını incelemeniz gerek. Sırf İstanbul’a bakmak manzarayı kavramak için yeterli olmaz.

İzmir’e gelen yüzlerce irili ufaklı teknedeki mültecilere yasal işlemler uygulanmadığı gibi şehirdeki Yahudi cemaatinin kol kanat germesiyle iaşeleri sağlanmış, yerleşmelerine fiilen izin verilmişti. Yani, göz yumulabilinen ve ciddi sıkıntılar yaratmayacak hallerde tavrımız bellidir. Bunlar size Dışişleri Bakanlığımızın temayülü hakkında değerli bilgiler verecektir.’

‘Sayın Büyükelçi, bu konular hakkında sathi de olsa bilgim var. İşte bu yaklaşımdan dolayı çalışmalarımı Türkiye’de yapma arzusundayım, sizce doğru yolda mıyım?’ diye sordum…”

Devam edecek...

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün