ABBA KOVNER: “Koyun gibi kesimhaneye götürülmeyelim”

Partizan yeraltı örgütü, ‘Breeha’nın kurucusu ve komutanı olan Abba Kovner aynı zamanda İbranice ve Yidiş dilinde şair ve yazardı. İşte, İsrail’in kültürel ve kamusal yaşamında aktivist olan Abba Kovner’in öyküsü…

Sara YANAROCAK Kavram
2 Eylül 2020 Çarşamba

Abba Kovner, 1918 yılında Rusya’nın Ashmyany şehrinde doğdu. 1927 yılında ailece göç ettikleri Vilnius şehrinde (O dönemde Polonya) İbrani lisesinde ve sanat okulunda eğitim gördü. Çok genç yaşında Hashomer Hatzair Gençlik Hareketinde stajyer olarak çalışmaya başladı.

1940-41’de Vilnius, Litvanya Sovyet Cumhuriyetinin başkenti olduğu zaman, Kovner yeraltı örgütünün bir üyesiydi. Haziran 1941’deki Alman işgalinden sonra, Kovner şehir banliyösündeki bir Dominik manastırında birkaç arkadaşıyla birlikte saklandı. Gettoya döndükten ve binlerce Yahudi’nin öldürüldüğünün farkına vardıktan sonra, Kovner isyan fikrini dile getirdi. Nazilere karşı savaşmak için Yahudi gücü kurmaya başladı. 31 Aralık 1941 gecesi Kovner, tüm Yahudi gençlik hareketleri delegelerinin toplantısından önce bir kamuoyu açıklaması yaptı. Bütün Yahudilere, el ilanlarıyla dağıtılan bu manifestosunda, “Hitler tüm Avrupalı Yahudileri yok etmeye çalışıyor. İlk sırada Litvanyalı Yahudiler olacak. Kesimhaneye koyun gibi götürülmeyelim. Doğru, biz zayıf ve korunmasızız, ama düşmana verilecek tek cevap direniştir!” yazıyordu.

Yahudilerin toplu olarak öldürülmesi Avrupa’daki tüm Yahudileri yok etme genel planının bir parçası olarak gerçekleşti. Yahudiler ilk kez kendilerini silahla savunmaya çağırıldılar. 21 Ocak 1942’de Vilna’da Birleşmiş Partizanlar Örgütü kuruldu. Örgüt, Vilna Gettosundaki tüm siyasi yelpazeden, tüm partiler ve gençlik hareketlerinden oluşuyordu. Kovner karargâhın bir üyesiydi ve başkomutan Itzhak Wittenberg, Temmuz 1943’te yakalandıktan sonra örgütün başı oldu. Takma adı ‘Uri’ idi.

Direniş

Gettodan imha kamplarına sürgünün son günlerinde Kovner, örgüt savaşçılarının ormana kaçmasını denetledi. Rodniky Ormanlarında getto savaşçılarını ve ‘Nakam’ (İntikam) filosundan oluşan Yahudi birliğini komuta etti.

Kurtuluştan sonra Kovner ‘Breeha’ hareketinde aktif oldu ve Holokost’ta yaşadığı tecrübelerden çıkarsadığı üzere hâlâ tehlikeli duruma bakan birim kuvvetlerine çağrıda bulundu. Politik olmayan bir Siyonist örgütü olan ‘Doğu Avrupa Kurtuluş Tugayı’nın (Breeha) kurucu ve itici ruhu oldu. Bu kuruluş, Yahudi halkının intikamı için öngörülmüştü.

1945 sonrası

Kovner, Temmuz 1945’te, İtalya’daki ‘Eretz İsrael Tugayı’ üssüne geldi ve savaş sırasında Avrupalı Yahudilerin yok edilmesi ve Nazilere karşı ayaklanma hakkında ilgililerin önünde bir konuşma yaptı. Kovner, Holokost’ta sorumlu katillerine karşı ‘Nakam’ (intikam) faaliyetlerini gerçekleştirmek için, destek ve araç almak için kısa bir süreliğine İsrail’e gitti. Avrupa’ya dönerken İngilizler tarafından tutuklandı ve İsrail’e geri gönderildi. Kısa bir süre sonra serbest bırakıldı. ‘Nakam’ için hayatta kalan mahkum Nazileri, zehirleyerek öldürme girişimleri engellendi ve başarısızlıkla sonuçlandı.

Bu arada hayatını birleştirdiği Vitka Kampner, 1947 yılında başlatılan yeraltı Hagana faaliyetlerine Kovner ile birlikte katılmıştı. İsrail Devleti kurulduktan iki gün sonra başlayan Bağımsızlık Savaşı’na, birkaç partizan arkadaşı ile birlikte Abba ile Vitka, Kibbutz Ein Shoresh’den katılmışlardı. Bağımsızlık Savaşı sırasında, Kovner ünlü ‘Givati’ tugayında kültürel faaliyetlerden sorumlu bir subaydı. Savaşın sonunda Kovner kibutzuna geri döndü ve zamanının çoğunu yazmaya adadı. İki kitap ve şiir koleksiyonları yayınladı. 1970 yılında Kovner, edebiyat dalında ‘İsrail Ödülü’ (Pras İsrael) ile onurlandırıldı. O sırada İsrail Yazarlar Derneğinin müdürlüğünü yapmaktaydı. Tel Aviv Üniversitesine bağlı Diaspora Müzesinin tasarımcısı ve ‘Moreshet’ kurucularından biridir.

1946’dan ölümüne kadar Kovner, Kibbutz Ein Shoresh’in sakini olarak yaşadı. Aktif olarak ‘Mapam’ın yanı sıra, ‘Hashomer Hatzair’ siyasi partilerinin içinde bulunmasına rağmen, politik resmi bir rol üstlenmedi. Tel Aviv’deki Diaspora Müzesi de dâhil olmak üzere, birçok Holokost müzesinin tasarımında ve yapımında önemli rol aldı. 1987’de, ömrü boyunca aşırı derecede sigara içtiği için gırtlak kanserine yakalandı ve 69 yaşındayken hayata veda etti. Kovner, Kudüs’te görülen Eichmann davasında tanık olarak ifade vermiş ve deneyimlerini anlatmıştı.

Eserleri

Kovner’in şiir kitabı ‘Ad La Or’ (Aydınlığa Kadar-1947), lirik, dramatik anlatımda Doğu Avrupa’nın bataklıklarındaki ve ormanlarındaki direniş partizanlarının mücadelesini anlatıyor. ‘Ha Mavteach Tzalal’ (Anahtar Battı-1951)  bu mücadele yılları ile ilgilidir. ‘Predah Meha-Darom’ (Güneyden Ayrılış-1949) ve ‘Panim el Panim’ (Yüz Yüze-1953), hikâyeye 1948 Bağımsızlık Savaşı ile devam ediyor.

Kovner’in bu hikâyesi, Daniel Khan & The Painted Bird adlı müzik grubunun ’Six Million Germans/ Nakam’ şarkısının temelini oluşturur.

Ödülleri

1968’de, edebiyat dalında ‘Brenner Ödülü’ne layık görüldü. 1970’te ‘İsrail Ödülü’nü edebiyat alanında kazandı. 1986 yılında, ‘İbrani Edebiyatı Ödülü’nün sahibi oldu.

Abba Kovner’in, 1987 yılında kaleme aldığı bir makalesi

O, tabii ki benin annem değildi. Benim annem, Ponary’de yapılan Yahudi katliamında, küllere karışmıştı. Kalın camlı gözlüklerinin arkasından yumuşak bakışlarla bana bakan bu kısa boylu Hıristiyan kadının adı Anna Borkowska idi. Bu gözler ilk defa bana 1941 kışında bakmıştı. Şimdi biz bir kapının arkasında gizleniyorduk. Bu kapı yıkık bir eve aitti. Getto kapısının hemen bitişiğinde duruyordu. Bana bakarak, “Lütfen benim gettoya girmeme yardımcı olur musun?” demişti.

“İma, orada ne yapacaksın?” soruma “Seninle birlikte olabilmek için istiyorum” diye cevap verdi. Aceleyle ve onu başımdan atmak istercesine ve ne istediğini tam olarak kavrayamadığım için, alayla, “Tanrı aşkına, gerçekten oraya mı girmek istiyorsun?” diye sordum. Fısıltıyla, “Çünkü Tanrı şu anda gettoda” diye cevap verdi. “Ne Tanrı gettoda mı?” diye onun yankısı gibi sormuş, ardından aşırı soğuktan değil de, bu yüzden titremem tutmuştu.

O gün gettoya girmemişti. Ona mümkün olduğunca çabuk bir biçimde, oradan gitmesi için yalvarmıştım. Yanından ayrılırken kolumdan tutarak beni durdurmuş ve “Manastırı terk ettiğinden beri, senin için dua ediyorum” demişti. Bu kadın Vilnius’un varoşlarındaki Dominiken manastırının, baş rahibesiydi. Manastırdaki rahibeler dokuz kişiydi, onların yanına sığınanlarsa on yedi kişiydi ve aralarında ben de vardım. Ben ve arkadaşlarım onun çatısının altında cenneti bulmuştuk. Bizim oradan gitmemizi hiç istememişti. Onun sığınağı sayesinde, başımıza hiçbir şeyin gelmeyeceğine yürekten inanıyordu. Ama biz ormandaki direnişe katılmaya karar verdiğimizden oradan ayrılmıştık. Ona baktım ve, ”El bombası istiyorum. Şimdi bize lazım olan en önemli şey el bombaları, beni anlıyor musun? ”dedim. Yüzünde tek bir adale bile oynamadan bana uzun uzun baktı ve, “Tanrı seninle birlikte olsun oğlum” diyerek uzaklaştı.

İki hafta sonra, el bombalarını getirdi. Bu sefer tam şehrin merkezinde buluşmuştuk. Burası getto duvarlarından çok uzaktaydı. El bombalarını, yavaşça elbisesinin geniş kollarının içinde gizlediği yerden çıkardı ve bana verdi. Hareketleri bebeğini, tecrübesiz kollara emanet eden annelere benziyordu. Bunlar FPO’nun (Birleşik Partizan Topluluğu) ilk el bombalarıydı.

Ona hiçbir zaman bir Yahudi’ye üç adet el bombası teslim etmenin, nasıl hissettirdiğini sormadım. Cebimdeki el bombaları ile gettoya geri döndüm. Bu soruyu ona tam kırk yıl sonra onu bulduğumda sordum. Artık manastırda değildi. Varşova’da tek başına yaşayan yaşlı bir kadındı. Ona ‘Uluslararası Dürüst’ unvanını ve madalyasını vereceğimizden söz ettim. Ama bu tören Kudüs’te değil, Varşova’da yapılacaktı. Çünkü yolculuk yapamayacak kadar yaşlı ve yorgundu. Onun arzusunu kabul ettik. Tam da onun istediği gibi, ‘Uluslararası Dürüst’ törenini, Polonyalı Eski Savaşçılar ve  Yeraltı Anti-Nazi Direnişçilerinin şehrin merkezindeki büyük binasının tören salonunda gerçekleştirdik. Salon televizyon kameralarıyla doluydu. Yaşlı kadın kafese kapatılmış bir kuş gibi ürkekti. Bütün bunların ne anlama geldiğini tam olarak kavrayamıyordu. “Ben yapılması gerekli olan, görevim olan şeyleri yapmıştım” diye tekrarlıyordu. “Sadece görevim olanları…” diye alçak sesle mırıldanıyordu.

Aniden bana dönerek, “Doğru söylüyorum değil mi tatlım? Sen her zaman bana güvenmiştin” demişti. Yaşlı gözlerimle ona sarıldım ve “Çok doğru söylüyorsun” dedim.

O gün törende onu Yad Vaşem Holokost Müzesinin ‘Uluslararası Dürüst’ unvanı ve madalyası ile taltif ettik. Ona ve Polonya halkına kameralardan hitap ettim. Ona İbranice ‘İma-anne’ diyerek başladığım konuşmama, Polonez’ce devam ettim. Onların dilinde konuşmakla, hem onu ve hem de diğer Katolikleri doğrudan etkileyeceğini düşünmüştüm. “O günlerde, yüzlerini bizlerden gizleyen meleklerin yerine, bu kadın, ‘Melek Anna’ olarak karşımıza çıkmıştı. Bu yüreklerimizle icat ettiğimiz bir melek değildi, bu melek bizleri yüreğinde taşıyan ve hayatta kalmamıza yardım eden gerçek bir melek insandı.

 

 

 

 

 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün