Hasan Bülent Kahraman yazılarıyla Şalom´da

Akademisyen, Yazar, Sanat Eleştirmeni Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman yazılarıyla Şalom’da. Türk siyaseti, siyasal kuramlar, kültürel araştırmalar, modern Türk edebiyatı, Türkiye popüler kültürü gibi birçok alanda yazılar yazıp eserler veren, Işık Üniversitesi Rektör Yardımcısı Kahraman’ın ilk yazısı bu hafta yayında.

Perspektif 1 yorum
23 Eylül 2020 Çarşamba

Faust’a karşı Don Quixote

Birçok kitapla ilişkimin başladığı o ortaokul yıllarındaydım. Uzun yaz tatilleri öğrenciler için bugünkü gibi cehennem günleri değildi. Ankara Kolejinde karnelerimizin yanında bir de ‘yaz okuması’ listesi verilirdi. Her sınıf için ayrı ayrı düzenlenmiş bu listelerde çocukların okumasına ‘uygun’ olan kitaplar, çoğunlukla romanlar, olurdu. Çocuk kitabı sayılır mı sayılmaz mı bilmiyorum ama o türde değerlendirilecek tek yazar aralara serpiştirilmiş şimdi fazlasıyla hastalıklı bulduğum Kemalettin Tuğcu romanlarıydı. Zaten oldum bittim Define Adası gibi bir kitabın veya Lord Jim’in ya da Robinson Crusoe’nun niye çocuk kitabı sayıldığını anlayamamışımdır ki hepsi yazınsal yapıtlardır. Ayrıca çocukluk da sadece serüven değildir.  

O listedeki kitapların çoğunu okumuş olurdum. Geriye kalanları hızla devirir ardından asıl ‘merak’ ettiğim kitaplara geçerdim. Bizim evde bu kitap erkendir-geçtir gibi bir tartışma veya müdahale yoktu ve ev bir kitap cenneti ve panayırıydı. Kimse niye onu okuyorsun diye sormazdı, sadece “Şunu da okusan iyi olur” denirdi. Hal böyle olduğundan aklıma takılan kitabı elime alırdım. Şimdi biraz yön vermeyi gerekli buluyorum. Kimse ses çıkarmadığı için ortaokulun birinci sınıfında okumaya çalıştığım bir İtalyan Dili ve Edebiyatı Hocasının neredeyse doktora tezi olacak şekilde çevirdiği, o kadar sıkıcı, tüm şiirini yitirmiş İlahi Komedya’yı ne kadar zorlanarak okuduğumu şimdi dehşetle anımsıyorum. Yalova’daydık, berbat bir sitenin berbat bir pansiyonuna sıkışmıştık. Kapağı İstanbul’a avukat dayımın yazıhanesine dar attım. Çocukluğumda Kars’a tek mektubum üstüne gönderdiği bir çuval kitap gibi bu defa da ertesi hafta çıkıp gelmiş, öyle benzetme falan değil, gerçekten bir çuval kitap getirmişti. Çoğu Varlık Yayınlarının karınca duası şeklinde basılmış telif ve tercüme kitaplarıydı ama o muhteşem seçkiden nefis yapıtları hazla okumuştum.

İşte o uzun yazlardan birinde beş kitap okudum ve onlar hayatım boyunca en sevdiğim, bende bir türlü bitmeyen tartışmalar uyandıran, hayatımı yönlendiren yapıtlar oldu. Birincisi, Stendhal’ın Kırmızı ve Siyah’ıydı. Hâlâ da bayıla bayıla okurum ve en önemli on Fransız romanını seçmesi istenen bir zamanların otoritesi Andre Gide’in bu yapıtı değil de aynı yazarın Parma Manastırı’nı seçmesi beni kırmıştır ama bu durum Gide’in kısa ama çok güçlü romanlarının değerine gözümde zarar vermemiştir(!) 

İkinci kitap bugün de başucu kitabım olan Laclos’nun Tehlikeli Alakâlar’ıdır. Ama mutlaka ve mutlaka Nurullah Ataç çevirisi olmak koşuluyla. Andre Malraux’nun bu kitap için yazdığı muhteşem yazıyı bilmiyorum son Türkçe edisyonlara koydular mı? Romanı en son J okudu ve galiba o da hayatının kitapları arasında sayıyor bu 18. yüzyıl romanını. Dileyenler Glenn Close’lu, Michelle Pfeiffer’lı, Joan Malkovich’li Hollywood yapımını da görebilir ama sinema uyarlamaları arasında tercihim Roger Vadim’in yönettiği Jeanne Moreau ve Gérard Philipe’in oynadığıdır. Eh, Fransız romanını Fransızlar başka bir gözle okuyor. Hele böyle bir konuyu...

Üçüncü kitap Cyrano de Bergerac’tır. Ama o da kesinkes Sabri Esat Siyavuşgil’in kaleminden çıkan Türkçeyle. Bu kendisini ‘her şey olmak isterken hiçbir şey olamadı’ diye nitelendiren, gerçekten insandaki en yüce duyguların heyecanlı, iyi niyetli, coşkulu, sevecen, cesur, mert kahramanının ‘ya ne yapmak lazımmış’ diye başlayan tiradı hayatımın şiarıdır desem doğru söylerim. Ama ‘burun tiradını’ mı unutayım, ötekileri mi?

Dördüncü kitap Don Quixote’dur. Okuduktan sonra ne diyebilirdim ki? Elimdeki metin muhtemelen tam metin değildi. Ama beni derinden sarsmaya yetmişti. Bu kadar katmanlı bir metin olabilir miydi? Bu gerçeği daha o yaşımda ayrımsadığım için kendimi bugün de kutluyorum. Şimdi çok çeşitli ve güçlü çevirileri çıktı. Hele Roza Hakmen’inki. (Bu çevirmenimize neden Türkiye’nin en büyük ödülleri verilmez, anlamadım.) Tam metinler. Sonradan onları okudum. Büyük dilci ve edebiyatçı rahmetli dostum Hulki Aktunç’un bir adeti vardı. Yanlış anımsamıyorsam hayranı olduğu bu kitabı (romanı demeye dilim bazen varmıyor) her yılbaşı sabahı okurdu. Galiba bir çeviriye de önsöz yazdı. Düşünün ki, kitap Türkçeye orijinal adıyla da değil ‘Don Kişot’ diye geliyordu ama okuduğumda tekrar edeyim beynimden vurulmuşa dönmüştüm, bu Türklere karşı savaşırken bir kolunu yitiren ve esir düşen yazarın metnini okuyunca. O gün bugündür hâlâ aklımdadır ve Rockfeller Vakfından erteleye erteleye hakkımı artık yitirdiğim bir aylık bursu alıp Bellagio’ya gitseydim, oturup üç romanı, Mançalı’yı, Karamazofları ve Moby Dick’i okuyup üstlerine bir şeyler yazacaktım.

Beşinci kitap Faust’tur. Goethe’nin bu akla durgunluk getiren romanını daha sonra hoca olunca öğrencilerime sürekli olarak salık verdiğim kitaplar arasında muhkem bir yere yerleştirdim. Gerçekten etkilenmiştim. Nasıl bir meseledir bu diye sonra çok araştırdım. Hemen belirteyim, Faust diğerleri arasında en zor okunanıdır. Çünkü yer yer Goethe’nin Strum und Drang (Fırtına ve Gerilim) hareketiyle ve zaman zaman nefret ettiği Romantizmle hesaplaşmasına dayandığı gibi, yazar metinde bir oyun yazarı olarak değil bir felsefeci olarak ortaya çıkar. Metin de bir oyun olsa bile bal gibi bir felsefi metin olarak görülebilir.

Diğer dört kitap da Dostoyevski’nin yani Dosto Babanın Karamazofları, Budala’sı, Suç ve Ceza’sı ve Ecinniler’idir. Onlara hiç girmeyeceğim.

***

Aradan çok zamanlar geçti. Bu kitapları daha sonra çok okuduk, çok tartıştık, çok inceledik. Ama Don Quixote ve Faust hayatımda Dostoyeski’nin romanları gibi (onu bütün edebiyatın imparatoru sayarım ve 20. yüzyıldaki izdüşümünün de Beckett olduğuna iman ederim) başlı başına yer edindiler.

Nedeni çok açık: hepimiz biraz Don Quixote’yiz (pro veya con olarak-fark etmez!) biraz Faust’uz... diyor ve duruyorum. Çünkü, hızla saptayayım o dehşet verici gerçeği, Faust olmak kolay. Herkes bir gün, bir an, bir yerde şu veya bu mülahazayla, bazen farkında olmaksızın, bazen çok yüce duygularla Faustlaşabilir ki, bugün modernliğin en yüksek metinlerinden biri sayılan (açılıştaki monoloğu ve özellikle başlı başına bir kitap olan İkinci Bölüm’ü anımsayalım) bu kitapta Faust saf bilginin, bilimin, haydi öyle söyleyeyim, ‘mühendisliğin’ peşindedir. O maksatla da şeytanla iş birliği yapar. Kim yapmaz, kim yapmıyor? Zaten Goethe’nin de yapıtını dayandırdığı esatirdeki gerçekten yaşamış Faust berbat bir insandır, büyücü ve sahtekârdır. Ama Christopher Marlowe’un Dr. Faustus oyununda /şiirinde Faust hem daha zayıf hem daha olumlu bir tiptir.

Sözün özü, hepimiz biraz Faust’uz da Mephistopheles’i ne yapacağız? Mesele sadece bu ikisi arasındaki gerilim, kandırmaca, düzenbazlık ilişkisi midir? Niye Mephisto Tanrı’yla insanı baştan çıkaracağına dair iddiaya girdi? O zaman Şeytan’ın aldanışa, baştan çıkmaya sürüklediği Adem’le Havva’ya ne diyeceğiz? Hangimiz Havva hangimiz Adem değiliz? (Şeytanın köpek şeklinde göründüğüne inanılırdı. Dr. Faust yanında daima bir köpekle gezdiği için de ondan korkulurdu.) Kısacası, mesele Faust’ta değildir. Hırsın, ihtirasın, harisliğin, kötücüllüğün tahrik ettiği, her şeyin sahibi olmak isteyen, kendisini gemleyemeyen, kendisine yenilen, yorgun düşen, yılan, biçareleşen Faust’tadır. Fakat ama mesele, yineleyeyim, Mephistolardır. Onlar daima oradadır ve orada kalacaktır. 

Bu koşullarda soru değişiyor. Acaba diyorum, Don Quixote, o tükenmeyen iyimserliğiyle bizi kötü Faustlara ve özünde kötü olan Mephistolara karşı koruyabilir mi? Bir kere şunu unutmayalım. Her iki tip de, Faust ve Don, yalnız insanlardır. Zaten insanların yalnızlığı arttıkça romanlar derinleşir. Kalabalık yaşayan insanların romanı olmaz. 

İkincisi, Ian Watt’ın muhteşem kitabında irdelediği üzere bunlar Rönesans’tan beri önümüze çıkan kahramanlar ve bireylerdir. Birey oldukları için kahramanlaşırlar. Kitaplar da birey yaratma mitinin birer örneğidir. İki figür de bilimle uğraşır. Don, unutmayalım, okuya okuya aklını kaçırmış birisidir. Öyleyse, evet, dışa dönük, cesur, yitirecek her şeyini kaderine karşı daha işin başına pey olarak sürmüş insanlar Faustlaşmaktan kurtulur. 

O zaman hemen belirteyim: asıl birey Don Quixote’dir. Hayatımızı ancak bireyler kurtarabilir ki, Cervantes’in bu yapıtının romanın doğuşunu burjuvazinin doğuşuyla özdeşleştiren kitap olması bir rastlantı değildir. Burjuva toplumları adım adım bireyliği keşfedecek, geliştirecek ve her bir burjuvayı yel değirmenine karşı atını süren insana dönüştürecekti: o yel değirmeni hayallerimiz, düşlerimizdi, üstüne gitmemiz gereken ne varsa oydu. İki yapıtın da moraliteyi bütün trajiklere ve kötücüllüklere rağmen bireyle toplumun çatışmasında ve bireyin git gide büzüşen yazgısında araması çok anlamlıdır. Ahlâk yaşanması gerektiğini düşündüğümüz şey değildir, yaşadıklarımızdır. Kaderse Einstein’ın ‘zar atmaz’ dediği Tanrı’nın hükmü olmaktan çok kendi tercihlerimizdir, yaşanması gerekenle yaşadıklarımız arasındaki farktır!

Soru kafamda dönüp duruyor. Hayatı boyunca ‘kötülük’ (evil) kavramını düşünmüş birisi olarak Don Quixote’ye karşı savunacak halim yok ama bu gerçek Faust’u daha dramatik, daha karanlık ve derinlikli bir tip olmaktan çıkarmıyor. Yoksa bin yıllık Goethe ne diye oturup onu yazacaktı?

Don Quixote’lere ihtiyacımız var, her gün biraz daha artıyor o ihtiyaç diyeceğim ve gerçek bu ama bu gerçek etrafımızın Faust’larla çevrildiğini göstermiyor mu bize? Öyle olmasına öyle ama bu Faust durup dururken çıkmıyor ortaya. İnsanlık asıl onu yaratan koşulları düşünmeli, niye Manchalı’yla başladık ama Faust’larla uğraşıyoruz sorusuna bir yanıt bulmalı.

Peki, ne dersiniz, o yanıt romanlarda mı bizde mi?

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün