“Türkiye ile İsrail arasında imzalanacak bir deniz yetki alanı anlaşması her iki ülkenin de çıkarınadır”

Eski Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanı, akademisyen, yazar Tümamiral Cihat Yaycı ile Doğu Akdeniz´e yönelik Türkiye´nin dış politikasını konuştuk.

Elif ULUĞ Söyleşi
10 Mart 2021 Çarşamba

Mavi Vatan nedir?

Mavi Vatan, ilan edilmiş ya da edilmemiş ancak ilanı öngörülen ve Türkiye'nin uluslararası hukuktan kaynaklanan ‘ipso inito’- kendinden menkul hakları olan deniz yetki alanları demektir. Türkiye’nin hâlâ ilan edilmemiş deniz alanları bulunmaktadır. An itibariyle Karadeniz’de deniz yetki alanımız ilan edilmiş durumda olsa da, ülkemizin geri kalanında, Adalar Denizinde (Ege) olduğu gibi, deniz yetki alanlarımız ilan edilmemiştir. Bugün Doğu Akdeniz'de Libya ile batı sınırı çizilmiş vaziyettedir. Bununla birlikte, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile 2011 yılında bir Kıta Sahanlığı Anlaşması yapılarak deniz alanları kısmen belirlenmiş olsa da, bu gelişme yalnızca bir takım kıta sahanlığı koordinatlarının bildirilmesi gibi hamleleri içermektedir. Dolayısıyla, şu anda Doğu Akdeniz’de tam anlamıyla bir münhasır ekonomik bölge sınırı ilanımız olduğunu söyleyemeyiz.

İsrail - Türkiye ilişkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

İsrail ve Türkiye yıllar boyunca stratejik anlamda birbirlerini desteklemiş, ilişkilerini uyum içerisinde sürdürmüş iki ülkedir. Türkiye, kuruluşu sonrasında İsrail’i resmi olarak tanıyan ilk Müslüman ağırlıklı nüfusa sahip devlettir. Osmanlı döneminde ve Türkiye Cumhuriyeti kuruluşundan itibaren binlerce Musevi zulüm gördükleri ülkelerden Osmanlı ve Türkiye’ye gelmiş, getirilmişlerdir. Kuruluşundan itibaren ise İsrail’e birçok Türk Musevi vatandaşımız taşınmış, kimisi oraya yerleşirken kimileri geri dönmüştür. Fakat Türkiye her zaman bu vatandaşlarımızın anavatanı kalmıştır.

Devletlerin dostlukları, düşmanlıkları yoktur; devletlerin çıkarları vardır. Türkiye ve İsrail de zaman zaman çıkar çatışmaları yaşamış kimi zaman ise ortak çıkarlar etrafında birleşmişlerdir. Keza devletlerarası ilişki ve devlet yönetimi bunu gerektirir. Devletler pragmatik davranmalı, ideolojik davranmamalıdır, davranmıyorlar da.

Türkiye’nin dış politikası her zaman barış, istikrar, güvenlik ve eşitlik temelli olmuş, hakkaniyete özel önem vermiştir.

Doğu Akdeniz’de bugün aynı esaslar temelinde uluslararası hukuktan kaynaklanan haklılığını savunduğumuz Mavi Vatan doktrinimiz uyarınca Türkiye’nin karşılıklı kıyısı bulunan ülkeler arasında İsrail de bulunmakta. İsrail, Türkiye’nin Libya gibi denizden komşusudur. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, Doğu Akdeniz’de Mısır ve Lübnan’a yaptığı gibi İsrail’i de kandırmıştır. (Anlaşma Lübnan’ın parlamentosundan hala geçmedi). Aynı şekilde, Yunanistan da geçmişte imzaladıkları deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşması ile Arnavutluk’un da haklarını hile ile gasp etmiş olsa da Arnavutluk durumu erken fark ederek anlaşmayı iptal etme yoluna gitmişti.

Türkiye, tüm bölge ülkelerini uyardığı gibi, İsrail’i de kayıpları konusunda uyarmaya çalışmakta. Türkiye ve İsrail arasında imzalanacak bir deniz yetki alanları anlaşması her iki ülkenin de çıkarınadır. Fakat anlaşma imzalanmasa dahi, Türkiye münhasır ekonomik bölgesini ilan ederek kendi deniz yetki alanlarını belirleyebilir. O yüzden İsrail de Türkiye’nin kendisine muhtaç olduğunu asla sanmamalıdır. İsrail, kendi uzun vadeli çıkarlarını düşünüyor ise Türkiye ile ilişkilerini düzeltmelidir.

Avrupa Adalet Divanına ya da Lahey’e biz başvurmamalıyız diyorsunuz. Neden? Sanki o zaman ortada bir sorun varmış da biz kendimizi savunmak zorundaymışız gibi bir durum ortaya çıkıyor. Oysa arada bir arabuluculuk yapılması gerekli öncelikle diyorsunuz.

Uluslararası Adalet Divanına Yunanistan, “Doğu Akdeniz ve Adalar Denizindeki, yani Ege Denizindeki, kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge için gidelim” diyor. Bununla birlikte, diğer konulara istinaden “Bu konularda asla gitmem, ben onları sorun olarak kabul etmiyorum; gayri askeri statüdeki adaların askerileştirilmesini ben kabul etmiyorum” diyerek gitmeyi reddediyor.“Bu benim hükümranlık alanım” diyor. Yunanistan’ın 6 mil karasuyu bulunmakta ama karasularının ötesine uzanan 10 mil hava sahası uyguluyor. Dünyada bu uygulamanın başka bir örneği yok. Yunanistan 10 mil hava sahası uyguluyor ve konu hava sahası olduğunda Uluslararası Adalet Divanına gitmeyeceğini ifade ediyor. Ayrıca, bir diğer konumuz da egemenliği Yunanistan'a antlaşmalarla devredilmemiş ada, adacık ve kayalıklar (EGAYDAAK). Yunanistan, hukuksuzlıkta ısrarcı; bu konuda da Uluslararası Adalet Divanına gitmeyi reddediyor. Konuya ilişkin, “Çünkü bunlar benim adalarımdır. Adaları tartışma konusu yapmam, ama Doğu Akdeniz'de, Ege'de sadece kıta sahanlığı ve münhasır ekonomik bölge için Uluslararası Mahkemeye giderim” diyor. Böyle şey olur mu! Bir kere Doğu Akdeniz'e kıyısı olmayan bir devletten bahsediyoruz; kendi söylemiyle Yunanistan’ın Doğu Akdeniz'e kıyısı yok. Doğu Akdeniz'e kıyısı olmayan bu devlet, kendisini bir takımada devleti gibi gösteriyor. Adalarının arasındaki deniz alanlarını da birleştirerek; “Burada benim sınırım var” diyerek bize de Lahey’e gitmeyi teklif ediyor. Bunun kabul edilmemesi gerektiğini söylüyorum. Kabul edildiğine dair resmi bir açıklama yok şu an fakat Yunanistan, bundan başka bir konuyu da istikşafi görüşmelerde görüşmem diyor. Çünkü Yunanistan’ın elinde zaten haklı bir şey yok. Yunanistan ne koparsam kardır posizyonunda ama Lahey’e gitmek durumunda biz elimizdekinden vermiş oluruz. Zira, Yunanistan Lahey’e “Bizim hükümranlık hakkımızı burada tartışmam” dediği konularda gitmeyip, istediği konularda gideceğini ifade ediyor. Biz ise bu durumda hükümranlık hakkından kendi şüphemiz var durumuna düşüyoruz.

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, İsrail’i aldattı mı?

Güney Kıbrıs Rum yönetimi İsrail’i aldattı. Herkes bana soruyor; İsrail'i kim kandırabilir? Kandırıldı. Şöyle söylüyorum; “Kül yutmam derken mangal boynunda dolaştırmışlar.” Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 5670 kilometrekarelik küçücük bir ada. İsrail’in kıyı uzunluğu Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin ilgili kıyı uzunluğunun dört misli. Orantılılık ilkesine göre dört payı İsrail alırsa, bir payı Güney Kıbrıs Rum yönetiminin alması gerekir. Fakat öyle olmamış. İkiye bölmüşler, yarı yarıya bölüşmüşler. Hesaplamalarda orantılılık ilkesine, kıyı uzunluklarına, nüfusa hiçbir şeye bakılmamış. En önemli prensip, orantılılık prensibi. Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin kara yüzölçümü 5600 kilometrekaredir. Yani, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi kendi ülkesi kadar bir alana el koymuş ve İsrail'i resmen aldatmıştır.

Bu nasıl olur?

Rumlar deniz hukukunu kendi lehlerine yönlendirmeyi iyi biliyor. İsrail ise bu işin farkında değil. GKRY sadece İsrail değil, koskoca Mısır’dan 21.500 kilometrekare, Lübnan'dan 3600 kilometrekare gitmiş. Bizim ilan edilmesini öngördüğümüz deniz yetki alanımız -462 bin kilometrekare- bizim 783 bin kilometrelik yüzölçümümüzün yarısından fazla. Kulağa çok hoş geliyor. Yani deniz yetki alanımız kara yüzölçümümüzün yarısından biraz fazla. Fakat buna istinaden Türkiye’ye yayılmacı, genişlemeci, Yeni Osmanlıcı gibi bir takım ithamlarda bulunuyorlar. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin yüzölçümü- 5600 km kare, bizimki ise 783 bin km kare. Yani, GKRY yüzölçümü olarak bizim bir ilçemizin yüzölçümü kadar alana sahip. Buna rağmen Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ne kadar deniz alanı istiyor biliyor musunuz? Yüzölçümünün tam 30 katı kadar. Ve istediği miktarı da halihazırda almış durumda, İsrail'den.

Peki biz bu alanı kullanıyoruz. Ticari, askeri gemilerimiz, araştırma gemilerimiz var; bu kadar büyük bir alanın kaderine bırakıldığı şimdiye kadar Türkiye Cumhuriyeti tarafından hiç mi farkedilmedi?

Çıbanın başı Güney Kıbrıs Rum Yönetimi. 2003’te kendi başına münhasır ekonomik bölge ilan ediyor ve bu münhasır ekonomik bölgeyi ilan ettikten yedi yıl sonra İsrail'le anlaşma yapıyor. Bununla birlikte, GKRY İsrail'le anlaşma yaparak ilan edilmiş MEB’ini legalleştirmeye başlıyor. Önce Mısır’la, sonrasında ise Lübnan’la anlaşma yapıyor. Fakat bu anlaşma Lübnan parlamentosundan geçmedi, İsrail'de ise geçti. GKRY şu şekilde yapıyor; ABD ve Avrupa Birliğine bu deniz alanlarını meşru ve kendi hakkı şeklinde ilan ederek meşrulaştırıyor. Dışardan baktığımızda yüzölçümünün 30 katı isteyen yayılmacı, genişlemeci GKRY hukuksuz olmuyor fakat koskoca bir kıta ülkesi olan Türkiye, kara yüzölçümünün yarısından biraz fazlasını isteyince yayılmacı, genişlemeci, Yeni Osmanlıcı olarak ifade ediliyor. Biz burada ne yayılmacı ne de genişlemeciyiz. Yunanistan yüzölçümü ile beraber hesaplandığında dört ile beş katı arasında bir deniz yetki alanı talep ediyor. Asıl absürt olan bu yaklaşımdır, bizimki değil. 

Bizim deniz yetki alanı kadar hava yetki alanımız da var mı? Mavi Vatan hem deniz hem de hava yetki alanımız mıdır?

Evet, kesinlikle var. Zaten normalde hava hukuku deniz hukukunun bir parçasıdır ve içeriğinde hava emniyeti ile alakalı konular yer alır. Hava hukuku, deniz hukukundan neşet eder. Sizin kara suyunuz olması demek kara suyunun üstünün sizin hava sahanız olması demektir. Yani, deniz hukuku havasını da koruma anlamını içinde barındırır. Buralarda bizim deniz alanlarımıza sahip olmamız birçok bakımdan son derece önemlidir. Ulaştırmada dünya ticaretinin yüzde 30’u Akdeniz havzasından yapılıyor.

Kuzey Buz Denizi hakkında da dikkat çektiğiniz çok önemli noktalar var. Büyük ihmallere dikkat çekiyorsunuz.

Kuzey Buz Denizi eriyor ve Çin’e ulaşım çok daha kısa bir mesafeye düşecek, mesafe miktarında 1/3 azalacak. O zaman, Süveyş Kanalından geçişler de azalacak. 1979'dan itibaren Kuzey Buz Denizindeki buzulların yüzde 30'a yakını eridi. Bunun denizcilik açısından iki önemi var; birisi geçişlerin açılmış olması. Bu hem sürede hem de navlun masrafında ciddi bir düşüş anlamına gelir. İkincisi ise, buradan kaynakların artık çıkarılabilir olacağı anlamına gelmesidir; doğalgaz ve petrol çıkartılabilir. Tahminlere göre, dünyadaki hidrokarbonların yüzde 30’u kadar bir rezerv bulunuyor. Ve o bölge, ‘no one’s land’ yani hiç kimsenin olmadığı bir bölge. Bu alanda, Swalbard Anlaşması ile ülkeler münhasır ekonomik bölge ve kıta sahanlığı haklarından, balıkçılıktan yararlanabilir. Anlaşmaya taraf olan ülkelerin vatandaşları bu haklara sahip oluyor. Mesela Afganistan imzacı bir devlet. Bununla birlikte, biz imzacı değiliz. Bu 1920'den beri ihmal edilmiş bir konu. Geçenlerde bu konu sosyal medyada Türkiye’nin Norveç Büyükelçiliğine soruldu, oradaki büyükelçimiz ise hâlâ değerlendiriyoruz şeklinde bir cevap verdi. Neyin değerlendirildiğini, bu konunun bize ne zararı olabileceğini bilmiyorum? Düşünecek olursak, Afganistan Swalbard’a imzacı olarak ne zarar görmüş olabilir? Afganistan'ın denizi yok düşünün. Fırsatları kaçırıyoruz. Ne için böyle yapıyoruz? Adalar Denizinde 152 grup ada, adacık, kayalık (EGAYDAAK) Yunanistan'a ne 1923'te ne de 1947'de devredilmemişti. Bu çok nettir, Sevr Anlaşmasıyla aradaki fark tam olarak budur. Biz malesef anlaşmaların hep maddelerini okuruz. Halbuki, anlaşmaların görüşme tutanaklarını, zabıtlarını okumak lazımdır ki; lafzını ve ruhunu anlayabilelim. Tabii, bu minvalde okunmadığında ‘o madde niçin yazılmış, niye bu kelimeler üzerinde tartışılmış, neden bir kelime yazılmış’ gibi detaylar anlaşılmadan anlaşma detaylarına hakim olunamıyor.

Yunanistan ve Türkiye arasında arabuluculuk başarılabilir mi?

Yunanistan’ın taleplerini görüşürseniz, bu talepleri tartışmaya izin verirseniz onun talebini karşılamış olursunuz ve kendinizden verirsiniz. Yunanistan savaşmadan tam beş kere toprak genişletti. Ve bu toprakların tamamı Türkiye'den alınarak genişletildi.

Yunanistan ile kontrollü gerginlik yaşıyoruz.

Yunanistanın gerginlik yaratmak gibi bir alışkanlığı vardır. Onlar gerginlikten menfaat sağlıyor. Tarih boyunca da böyle olmuştur. Türkler her zaman çok merhametli olmasına rağmen, Yunanlar hep tarihi gerçekleri çarpıtmıştır.

1657 yılından kalan bir haritayı inceledim geçenlerde. Haritada ‘Osmanlı’ değil ‘Turkish State’ yazıyordu. Bizim imparatorluk anlayışımızda sömürge düzeni bulunmamaktadır. Dünyada bana büyük bir devlet gösterin ki, savaşlarla bir toprağı fethetmiş, egemenlik altına almış, fakat o topraklarda dil ve din değiştirmemiş olsun. Mümkün değil. Eğer Yunanistan geçmişte Osmanlı Devleti’nin değil de İngiltere’nin egemenliği altında bulunmuş olsaydı, bugün tüm Yunan halkı İngilizce konuşuyor olurdu. Hindistan, Afrika, Sri Lanka gibi geçmişte İngiliz sömürgesi altında bulunmuş, saymakla bitiremeyeceğimiz kadar halk tarihsel süreçte bunu yaşamış, dillerini ve dinlerini değiştirmek durumunda kalmışlardı.

Yunanistan'la kontrollü bir gerginlik yaşıyoruz aynı zamanda Türkiye NATO'nun Güney kanadını oluşturuyor. Türkiye kendini dünyanın merkezinde kabul ediyor. Ancak bu argümanın değiştiğini iddia edenler var. Siz nasıl görüyorsunuz, Türkiye hâlâ NATO için önemli mi? 

Türkiye, Asya'dan Avrupa'ya uzanan bir kısrak başı gibidir. Herkes kendisi dünyanın merkezinde görür ama bu kadar merkezi olan başka bir yer yoktur. Bunu yalnızca biz söylemiyoruz, bütün tarih boyunca büyük devletler, milletler, topluluklar da hep burayı istila etmeye çalıştı. Çünkü burası hakikaten dünyanın tam merkezindedir, bütün strateji teorilerinde ‘heartland’ olarak geçer. Kenar kuşak teorisinin içerisinde yer bulan bir bölgedeyiz. Ve her stratejik teorinin içinde yer buluruz, bunun başka birizahı yok. Bütün stratejisyenler kurdukları bütün teoremlerde bu bölgeyi en önemli bölge adı altında içine alır. Bununla birlikte, şunu da belirtmek gerekir; NATO'da Avrupa'nın dışında iki devlet vardır; birisi ABD diğeri Kanada. Demek ki, Avrupa ağırlıklı bir örgütten bahsediyoruz. Önceden örgütün kenarında ya da cephesinde yer alan eski kanat ülkesi pozisyonumuz bugün çok daha güçlenmiştir. Neden? Türkiye'nin etrafına bakın. Etrafında, hemen sınırlarımızda; Suriye, Irak, İran, Afganistan, Kafkasya, Rusya, Gürcistan, Ukrayna bulunuyor. Hepsinin ortasında ‘Kalkan’ gibi duran ülke Türkiye'dir. Eğer Türkiye'yi buradan çekerseniz, Avrupa çok karışır. Sadece Türkiye, 5 milyon sığınmacı tutuyor. Bu 5 milyon sığınmacı birçok Avrupa ülkesinin nüfusundan bile fazla. Türkiye sığınmacılara burada yaşam imkanı tanıyarak Avrupa’ya sığınmacı akınını önlüyor. 

Ama Avrupa, Yunanistan’ı bekçisi gibi görüyor. Bunu da anlamak mümkün değil! 

Hayır onlar sürekli suistimal ediyor aslında; sığınmacıları tutan, barındıran, onlara yaşama imkanı sunan ülke Türkiye. Ancak, bu şekilde kalede durarak dış politikada yapmamız çok yanlış. Sadece saldırıları savan bir mantık içerisinde hareket ediyoruz. Halbuki, biz karşı tarafta ofansif oynamalıyız, defansif değil. Karşı yarı sahada, rakibin yarı sahasında oynamalıyız. Yaşanılan birçok sıkıntıya rağmen, Türkiye’nin bu kadar sığınmacıya sahip çıkıldığını, sığınmacılara koruma sağlanırken bir yandan da onların Avrupa’ya geçmesinin önünde duran ülkenin Türkiye olduğunu ülkemizin anlatması gerekiyor. Bunları söylemek gerekiyor. Türkiye’nin Yunanistan’ın tehditlerini anlatması gerekiyor. Yunanistan adaları silahlandırıyor, egemenliği devredilmemiş adacık ve kayalıklara gayri hukuki bir şekilde el koyuyor, insan haklarını ihlal ediyorlar, azınlık haklarını ihlal ediyor!! Türkiye’nin bunları sürekli gündeme getirmesi gerekir. Sadece nota ile değil çok sesli bir biçimde ifade etmeliyiz. Mesela, STK’lar vasıtasıyla resmi başvurular yaparak dünyayı ayağa kaldırmamız gereklidir. Türkiye haklıdır, haklılığını ve Yunanistan’ın hukuksuzluklarını duyurmalıdır.

Misyonunuzu bu olarak mı görüyorsunuz?

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine, Uluslararası Adalet Divanına, Uluslararası Ceza Mahkemesine Yunanlar’ın sığınmacıları, göçmenleri, insan hayatlarını nasıl yok ettiklerini, botları nasıl batırdıklarını, insanları nasıl öldürdüklerini anlatmamız lazım. Yunanistan'ın insan hakları ihlallerini anlatmamız lazım. İnsanları çırılçıplak soyuyor, paralarını, her şeylerini alıyor, acımasızca denize atıyorlar. Yahut bota atıp bırakıyorlar. Bunların hepsi gerçek. Biz insan hakları ihlaline uğramış sığınmacıları hukuku kullanarak uluslararası mahkemelere müracaat etmeye teşvik ediyoruz, ettirmeye çalışıyoruz. Bu amaçla formatlar hazırlıyoruz. Sevindirici olan şu ki; çabalarımızın sonucunda birtakım ihtiyati tedbirler uygulanmaya başlandı. Ancak bu çabaların tümü sadece Dışişleri Bakanlığına bırakılacak iş değil. Bizim yaptığımız ülkemizde kamu diplomasisi yapmak. Bosna’nın haklarını savunmak da bize düşüyor mesela; biz yapmasak kimse gündeme getirmeyecekti. Aynı şekilde, dünya kamuoyu Azerbaycan - Ermenistan Savaşı sırasında Azerbaycan’ı haksız duruma düşürüyordu. Gerçekleştirdiğimiz kamu diplomasisi vasıtasıyla Fransız vatandaşlarının Ermenistan’a destek vermesi için savaşa gelmesini engelledik. Bunun bir uluslararası suç olduğu konusunda suç duyurusunda bulunduk. Önemli olan Türkiye'nin uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve menfaatlerini ortaya koyan milli tezlerini hem iç kamuoyuna hem de dış kamuoyuna anlatmaktır. İkincisi, uluslararası hak ve menfaatlerimizi ortaya koyan milli tez oluşturulmamışsa, bu tezleri oluşturmaktır; üçüncüsü ise farkına varılmayan hak ve menfaatlerin de farkına vararak onların da tezlerini üretip hem iç hem dış kamuoyuna anlatmaktır.

ABD hem Suriye’de hem de Irak’ta komşumuz haline geldi. Yetmezmiş gibi bir de Dedeağaç ve Yunanistan’da kurulan ABD askeri üsleri var. Bu acaba Rusya’yı bir çerçeveleme harekatı mıdır?

NATO Tatbikatı Europe 2021 Rusya’ya karşı yapılıyor ama yanıbaşımızda Dedeağaç’ta yapılan yığınaklanma da çok endişe verici. Yunanistan NATO’nun tatbikatlerini sürekli istismar ediyor, sanki NATO tatbikatı değil de Türkiye’ye karşı Yunanistan’a gelmiş askeri güçler tarafından gerçekleştiriliyor gibi yansıtmaya çalışıyor. Bu oyuna, tahrike gelmememiz gerekir. Haklılığımızı ve meşruluğumuzu her zaman uluslararası hukuk zemininde ifade etmeli, haklarımızın peşinden gitmeli, aktif kamu diplomasisi ile iç ve dış kamuoyuna duyurmalıyız.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün