Auschwitz-Birkenau, Kastoria kenti, Lena Russo ve bu seneki Yom Aşoa anmaları

Renan KOEN Dünya
7 Nisan 2021 Çarşamba

Auschwitz-Birkenau

‘Nihai Çözüm’ planı içerisinde Nazi Almanya’sı tarafından kurulmuş en büyük toplama, zorunlu çalışma ve sistematik katliam ve imha kampıdır. 1940-1945 arasında, tüm Avrupa’dan Auschwitz-Birkenau’ya, 1 milyonu Yahudi olmak üzere, toplam 1,3 milyon insan hapsedildi1.Bunların 960 bini2 Yahudi olmak üzere toplam 1,1 milyon insanın öldürüldüğü tahmin edilmekte. Yaklaşık 900 bin kişi kampa geldikleri anda doğrudan gaz odalarında ya da vurularak öldürüldü. Kalan 200 bin kişi, hastalık, besin eksikliği, kötü muamele, tıbbi deneyler nedeniyle öldü. Holokost sırasında, toplama kampı tutuklularına sadece Auschwitz’te dövme yapıldı, bu dövmeler mahkûmların kampa giriş numaralarıydı. Başlangıçta gelen mahkûmlara hapishane üniformalarına dikilmiş bir “kamp seri numarası” verildi, ancak ölüm oranı arttıkça cesetleri tanımlamak zorlaşmıştı. Bu sebeple dövme sistemine geçildi. Sadece çalışmak üzere seçilen mahkûmlara seri numaraları verildi; doğrudan gaz odalarına gönderilen mahkûmlar kayıt altına alınmadı ve dövme yapılmadı. Ortalama altı ay içinde ölen mahkûmlar, günde en az on saat olmak üzere en ağır koşullarda çalıştırıldılar. Gaz odalarına gönderilirken, saç kesme, ceset toplama, ceset yakma gibi işlemleri de yine kendileri yapıyorlardı.

II. Dünya Savaşı’ndan önce Auschwitz -eski adıyla Oscwinchim, yarısı Yahudi olan 14 bin kişinin yaşadığı sakin bir kasabaydı. Auschwitz ismi, Holokost sürecinde kurban olanların ve dolayısıyla II. Dünya Savaşındaki Nazi dehşetinin sembolü oldu.

 Kastoria

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki ismi ile Kesriye, Yunanistan’ın Selanik şehrinin kuzeybatısında yer alıyor. Ailem, 1492 İspanyol Engizisyonundan sürüldüklerinde, Kastoria’ya yerleşmiş. 1800’lü yılların sonunda, babamın anneannesi, iki çocuğu ve karnında babaannem ile birlikte Eskişehir, Konya, Adana derken, Mersin’e yerleşmişler. En büyük kızı ise, evlendiği ve bir ailesi olduğu için, Kastoria’da kalmış. Eskişehir’de doğan babaannem, en büyük ablasını hiç görmeden büyümüş. Ailede başka bölünmeler de yaşanmış daha sonraki yıllarda. Kastoria’da kalan en büyük kız ve ailesi 1900’lerin başında ABD’nin New York şehrine göç etmişler. Ailemizin geri kalanı Kastoria’da kalmış. Arnavutluk sınırındaki Kastoria şimdi bir yarımada ama o zamanlar tam bir adaymış. Dışarısı ile pek ilişkileri olamıyormuş. 1944 yılının mart ayı sonunda Almanlar, İtalya ve Arnavutluk üzerinden birden Kastoria’ya girmişler. İçinde ailemin de olduğu 763 Yahudi tutuklanıp, en fazla 15 kişinin gireceği bir evde 2-3 gece tutularak Auschwitz-Birkenau ölüm kampına götürülmüş. O günleri halen hatırlayan birkaç kişi, Yahudi kardeşlerimizin o çığlıklarını hiç unutamıyoruz, diye anlattılar bana…

1944 yılı Yahudilerin artık iyice toplu olarak öldürüldükleri sene. Daha evvel erkek, kadın ve çocuk diye ayırırlarken o sene artık aileleri birlikte imha etmeye başladılar. Kastoria’dan Aushwitz’e gönderilen 763 Yahudi’den sadece 30’u şans eseri kurtulabilmiş…

 

İtalyan Askerlerinin Kastoria’yı bombaladı3

 

 

Holokost konserleri verdiğim her yerde, Holokost ‘survivor’ları, yalnız veya çocukları ile birlikte ya da sadece çocukları, konserden sonra benimle tanışmaya gelir. Sarılıp, sessizce ağlarız bir müddet… İlk defa, kendi ailemden Auschwitz’te kaybettiklerimizi yerinde anma onuruna eriştiğim Kastoria konserimden ise, daha farklı yoğun duygular içerisinde döndüm. Orada bu sefer ‘March of Life’ üyeleri olan Nazi torunlarıyla tanıştım. Sırtlarında onca ağırlıkla yaşamış olan bu iki cesur torun, hem Kastoria’ya hem de ertesi gün çok büyük bir vahşet yaşanmış olan Klissoura’ya, herkesin ve Yunan Askeriyesinin önünde özür dilemeye geldiler. Torunlardan Tina bana, “Nasıl ki kurbanlar hiç konuşmadı, bizim büyükbaba ve anne-babalarımız da tamamen sakladılar, öğreninceye kadar çok zorlandık” dedi. Birçok yoğun anın içinde en çarpıcı olanı Klissoura’da bu vahşeti çocukken yaşamış ve şans eseri kurtulmuş olan Yorgos ile bu iki cesur torunun karşı karşıya gelmeleri oldu. Yorgos önce onlara bakıp kalbinden ağladı, sonra sarıldılar sımsıkı. Tina, Jürgen, Yorgos… Bu sahnelere tanık olmak, eğitim verdiğim gençlerin samimi hassasiyetleri ve dünyaya verecek onca enerjileri, bana geleceğe dair umut veriyor.

 

Lena Russo…

Kastoria’dan New York’ta göç etmiş ailemle 1992 yılında tanıştım. Geçtiğimiz yıllarda ise ailenin devamı olan Cliffton Russo ile. Daha evvel Kastoria’ya yaptığım seyahatlerde tesadüfen Cliff’in sevgili annesi Lena ile ilgili çok şey duymuştum. Lena, Auschwitz’e gönderilip geri gelebilen 30 kişiden biri… Hem Kastoria’da ve hem de onu tanıyan herkesten duyduğum Lena, hiç bitmeyen yaşam sevinci ve kocaman kalbiyle insanları sarıp sarmalayan Lena idi. Maalesef ben Cliff ile tanıştığımda Lena’yı henüz kaybetmişlerdi, ben tanıyamadım. Ama ışığı onu tanıyan herkesin üzerinden insanın tüm benliğine yayılıyor.

Lena, Eliyahu ailesine 10 Temmuz 1922 tarihinde Selanik’te doğmuş. Konfino ailesinin kızı olan annesinin ismi Alegra, babasının ismi ise Kalef’miş. Kalef, birçok lisan bilen, yetenekli ve parlak bir iş adamı olarak, çok genç yaşlarında Kastoria’dan Amerika’ya gitmiş. Çok lisan konuşan bu enerjik genç iş adamı, Amerika’da çok başarılı olmuş. Bir Kastoria ziyaretinde Alegra’yı görüp, âşık olmuş ve evlenmek istemiş. Onu, yaşadığı Amerika’ya çağırınca, Lena’nın anneannesi Lea ve dedesi Benjamin, “Bir tek kızımız var, onu da Amerika’ya gönderemeyiz” diyerek bu teklifi reddetmişler. Bunun üzerine Kalef 7-8 senedir yaşadığı Amerika’dan tekrar Kastoria’ya geri dönmüş ve evlenmişler. Kalef ve beş erkek kardeşi, Kastoria, Selanik ve Yugoslavya’da ofisleri olan büyük bir iş kurmuşlar. Alegra ve Kalef Selanik’e taşınmışlar. “Selanik’te çok güzel bir hayatımız vardı” diyor Lena USHMM’ninonunla yaptığı röportajda4 ve ekliyor, “Kuzenlerimin ve diğer iyi komşularımızın olduğu bir binada otururduk. Bir komşumuz her cuma Şabat yemeği için tavuk pişirir, tavuk ciğerlerini ağabeyim Vital ve bana vermek için bizi çağırırdı: Vital, Lena gelin size tavuk ciğerlerim var.” Yüzünde büyük bir gülümseme ile anlatıyor Lena bu anısını. Zaman içinde, Alegra ve Kalef’in beş çocukları olmuş. Kalef’in erkek kardeşlerinden Kastoria’da işin başında olanın hiç çocuğu olmamış ve bir gün eşini kaybetmiş. Bunun üzerine Alegra ve Kalef çocukları ile birlikte Kastoria’ya taşınmışlar. “Kastoria’da çok mutlu, huzurlu ve iyi bir hayatımız vardı” diye anlatıyor Lena. Kastoria’yı ve o yaşamı hep özlemiş. Değişik dinlere mensup komşularıyla barış içinde yaşarlarmış. Orada, anneannesi Lea ve dedesi Benjamin’e çok yakın otururlarmış. Dayılar, teyzeler, kuzenler, geniş ve mutlu bir aile. Lena, Selanik Lycée Français okulunda başladığı öğrenimine, Kastoria’da devam etmiş. En sevdiği şeyler; dans etmek, piyano çalmak, oyunculuk ve şarkı söylemekmiş. Okulda bir tiyatro oyununda rol almış, çok başarılı olmuş. Bunun üzerine öğretmeni, ailesi ile konuşmaya gelmiş ama aile her ne kadar kızlarının bu yönü ile gurur duydularsa bile, onun oyuncu ve şarkıcı olmasına karşı çıkmış. Çok güzel bir kadın olan büyük büyük anneannesi, anneannesi ile birlikte yaşarmış. Çok güzel olduğu için ona, Arnavutça çok güzel demek olan, “Moşada” derlermiş, hatta Moşada kelimesi ailenin lakabı olmuş; “Onlar kimlerdendir?” “Onlar Moşadalardan...” Evin içinde Ladino dili konuşulurmuş, bununla birlikte, Yunanistan’daki diğer Sefaradların aksine, Kastoria Yahudileri mükemmel derecede Rumca konuşurlarmış.

Bu güzel yaşam, maalesef, önce Almanların Kastoria’yı işgali ve hemen sonrasında İtalyanların gelmesiyle, 1944 yılında bitmiş. Lena, ailesi ve Yugoslavya’dan kaçabilmeyi başarmış amcası ve kuzenleriyle evlerinde yaşarlarken, bir gün Almanlar gelmiş ve onları zorla evden atıp, başka bir eve taşınmaları için zor kullanmışlar. Evlerini de yakmışlar… Alegra’nın babası Benjamin’in işyerine el koymuşlar; “Alegra kızım, bugün Almanlar gelip işyerimin anahtarlarını aldılar ama üzülme, her zaman olduğu gibi en baştan başlayıp başaracağım. Sen sakın para için endişelenme, atlatacağız” demiş… O günlerden bir müddet önce, büyük büyükannesi mutfakta düşüp kalçasını kırmış. Anneanne Lea ve tüm aile büyük büyükannenin etrafında pervane olmuşlar ona iyi bakmak için. “O zamanlar büyük büyükannem 80 yaşlarında, anneannem 60 yaşlarında, annem de 40’larındaydı” diyor Lena. En nihayet korkunç gün gelmiş ve Almanlar tüm Kastoria Yahudilerini Auschwitz Ölüm Kampına nakletmek için evlerden toplamaya başlamış. Kalçası kırık büyük büyükanne “işe yaramayacağı” için, onu evde bırakmışlar. Fakat büyük büyükanne kendini yuvarlayıp ana kapıya kadar gitmiş. Lena “Nasıl yapabildi bilmiyorum, çok büyük bir basamak vardı, kendisini nasıl yuvarlayabildi” diye anlatıyor. Ana kapıya gelebilen büyük büyükanne “Beni çocuklarımdan ayırmayın, beni de alın” diye bağırınca, Almanlar onu da alıp tüm aileyi Kastoria Yahudilerini birkaç gün tuttukları Valala evine götürmüş… Sonrası malum… Tüm ailenin dağıtılıp kamp kamp dolaştırılması ve en nihayet Lena ve erkek kardeşi Beni hariç tüm ailenin öldürülmesi… “72 bin5 Yunan Yahudi’si Auschwitz Birkenau’da öldürüldü, diğerleri başka kamplarda… Küçük kardeşlerim Moşiko 8 yaşında, Şeli 6 yaşındaydı öldüklerinde” diyor Lena…

 

 

                                                                                                Lena ve Maurice Düğün Dansı6

 Oğlu Cliffton Russo’nun Anlatımı ile Lena Russo

Auschwitz/Birkenau kampına varışları sonrasında, Yunanistan’dan gelen Yahudiler, tüm yeni ‘mahkûmlar’ için standart bir uygulama olan ‘seçim’ sürecine tâbi tutuldular.

Annem Lena Elias, annesi ve küçük kız kardeşi Selly’den ayrıldı, Polonya, Çek ve diğer Doğu Avrupalı ülkelerin Yahudi kadınları tarafından ‘karışık’ duygularla karşılandı, Yunanistan’dan gelen birkaç diğer Yahudi kadınla birlikte bir koğuşa yerleştirildi. Bu grubun tümü birbirleriyle Yidiş ile kolayca iletişim kurduğundan, bu yeni gelen kadın grubunun kendi dillerini nasıl olup da konuşamadıklarını anlayamadılar. Tarihsel olarak, Avrupa bir ülkeden diğerine ticaret, eğitim ve diğer nedenlerle, büyük ölçüde ortak dil olarak Fransızca kullanarak iletişim kurmuştur. Bu, Fas’tan Mısır, Suriye ve Lübnan’a kadar Sefarad, Batı Avrupa ve Kuzey Afrikalı Yahudi toplulukları için oldukça geçerliydi. Yunan Yahudileri de genellikle çok akıcı Fransızca konuşuyordu. Bununla birlikte, Yunanistan’daki Yahudi kadınların aile dili, onların Türkiye, Yugoslavya, Bulgaristan ve diğer Batı Avrupa ülkelerindeki akrabalarıyla iletişim kurmalarını sağlayan, sevdikleri İspanyolca temelli Ladino diliydi. Akabinde annem ve diğer Yahudi kadınlar kışlalardaki Aşkenaz kadın nüfusuna Yidiş dilinde cevap veremeyince, diğer kadınlar bu yeni gelenlerin aslında Yahudi olup olmadığını sorgulamaya başladılar. Yidiş dilinin tüm Yahudi grupları için nasıl evrensel olmadığını anlayamamışlardı. Buna karşılık annem ve grubu, bu kadınların neden Ladino-İspanyolca konuşmadığını anlamamış ve onları da bundan ötürü sorgulamışlardı. Küçük bir tartışma çıktı, ancak beklendiği gibi, birkaç dakika sonra, Fransızca ve ardından İbranice konuşmaları doğrultusunda, mesele yavaş da olsa kesin bir şekilde çözüldü. Bu iki büyük Yahudi grubu arasındaki kültürel bölünme sonucunda, Aşkenaz ve Sefaradlar nihayet aralarında bir anlaşmaya vardılar. Yine de kadınların çoğu, savaşın sonuna kadar kendi grupları arasında kaldılar.

Annem, etrafındaki günlük hastalıklar ve ölümlere karşı yaşama isteği sayesinde, Auschwitz ve diğer toplama kamplarının dayanılmaz koşullarında, hayatta kalmayı başardı. Onun ve bu ölüm kamplarından kurtulanların katlanmak zorunda kaldığı zulümleri hayal bile edemeyiz. O, hayatta kalmak için yalvarmak, dilenmek, çalışmak, şarkı söylemek, artık bir parça ekmek veya et veya yenilebilir herhangi bir şey uğruna yapması gerekeni yaptı. Çoğu durumda, bu küçük artıkları ailesiyle ve grubundaki diğer üyelerle paylaştı. Annesi ve kız kardeşi kampta çoktan ölmüşlerdi; onun, yakında daha iyi bir günün geleceğine inanmak için içsel gücünü bulması gerekiyordu. Bu, hayatının geri kalanı için onun sloganı olacaktı.

Savaştan sonrası, tüm ailesi kamplarda katledildiği için, bir kez daha zor günlere katlanmak zorunda kaldı. Yugoslavya’da zar zor geçimini sağlayan bir amcasıyla birlikte yaşamaktan başka seçeneği kalmamıştı. Ancak bir yılı aşkın bir süre sonra, kardeşi Beni’nin mucizevi bir şekilde hayatta olduğunu ve İsveç’te yaşadığını öğrendi.

Kardeşlerim ve ben, Lena gibi bir annemiz olduğu için çok şanslıydık. O nazik, sevecen ve çok çalışkan biriydi. Her zaman rahat etmemiz ve tüm ihtiyaçlarımızla ilgilenmek için yanımızdaydı. Onun hayatı bize, üçümüzün de büyüdüğü ve geliştiği mutlu bir yuva sağladı. Babamız, bir diğer survivor olan Maurice Russo, toplumumuzda üretken iş adamları ve vatandaşlar olmamız için önümüzdeki tüm yolu açtı. En önemlisi, ikisi de bize Amerika’da yaşadığımız hayatları takdir etmeyi, Yahudi cemaatimizin güçlü üyeleri olmayı ve daha az şanslı olanlara karşı hayırsever olmayı öğretti. Onları sınırsızca sevdik ve onları çok özlüyoruz, fakat onların öğretilerini muhafaza ediyor ve bunları çocuklarımıza ve gelecek nesillere de aktardığımızı umuyorum.

 

Yom Aşoa nedir? Ve bu seneki bazı anma törenleri

Yom Aşoa, Naziler ve işbirlikçileri tarafından öldürülen 6 milyon Yahudi’yi anmak üzere, 1951 yılından itibaren her sene gerçekleştirilen “Holokost’u Anma” günüdür. Yom kelimesi İbranice dilinde ‘gün’, Şoa kelimesi ise ‘felaket’ anlamına gelir ve II. Dünya Savaşı sırasında Avrupa Yahudilerinin feci yıkımını ifade eder. Yom Aşoa bu felaket yıkımı anma günüdür.

 

Yad Vaşem işbirliği ile GKD, Alef ve Ulus Musevi Lisesi Ortak Çalışması

Her sene olduğu gibi bu sene de, Ulus Musevi Lisesi 6 Nisan Salı akşamı, Alef ve Göztepe Kültür Derneği ile birlikte ortaklaşa çalıştıkları, çok anlamlı bir anma törenine ev sahipliği yaptı. Gençlerimiz, Yad Vaşem ile işbirliği içinde düzenlenen bu anma törenine “Karanlıkta Işık Olmak” adını verdiler. Törenin onur konuğu olan survivor Rina Quint’in kendi hikayesini anlatımı dışında, benim de Varşova Gettosunun yıldız piyanisti ve bestecisi Josima Feldszuh’un bir eserini seslendireceğim minik bir konserim ve okulumuz öğrencilerinden Alis Ennekavi, James Alexander Sparkes, Selin Romano, Kobi Cemal, Mey Sümer, Serim Koen’i hazırladığım, Echoes Reflections kurumunun Chapman Üniversitesi ile işbirliği içinde gerçekleştirdiği Holocaust Art & Writing yarışmasının sertifikalarını ve asıl önemlisi öğrencilerinin ürünlerini sunduğum bölüm yer aldı.

“Karanlıkta Işık Olmak” gençlik dernekleri ile okulun anlamlı ve verimli birlikteliği ile gerçekleşen bir Yom Aşoa Holokost’u Anma töreni oldu. Gençlerin işbirliği ile daha da anlam kazanan anma törenini hazırladıkları konuşmalarıyla, Ulus Musevi Lisesini temsilen 11.sınıf öğrencisi Eren Zavaro, Alef’i temsilen Belin Mitrani ve Göztepe Kültür Derneğini temsilen Rafi Levi sundular. Teknik masada ve bu törenin gerçekleşmesini sağlayan daha birçok gencimiz çalıştı. Tüm dünya gençlerinin karanlıkta nadide birer ışık olacaklarına dair inancım tam.

 

New York Sephardic Brotherhood

Bir diğer anlamlı anma töreni ise New York Sephardic Bortherhood kurumu tarafından 11 Nisan Pazar akşamı Türkiye saati ile saat 22.00’de gerçekleşiyor. Holokost’ta öldürülen Sefarad Yahudilerini konu alan bu anma töreninde, aile kökeni Türkiye olan Rav Nissim Elnecavé açılış konuşmasını yapacak. Ardından Amerika Birleşik Devletleri Yunanistan Büyükelçisi Alexandra Papadopoulou, Amerika Rum Ortodoks Başpiskoposluğu Kıdemli Temsilcisi, İtalya Yahudi Toplumu Hahambaşısı Rav Riccardo Di Segni, Yunan Yahudi’si olan Survivor David Baruh, World Jewish Congress temsilcisi Leon Saltiel, mum yakma töreni ve anma dualarının yer alacağı törende, March of the Music öğrencisi ney sanatçısı Eyüpcan Açıkpazu ile birlikte seslendireceğim Holokost’ta Sefarad Sesler konserim yer alacak.

 

1 Dr. Franciszek Piper, "Auschwitz and Shoah. The number of victims.

2 USHMM Encyclopedia, Article “Aushwitz”

3 Russo Aile Arşivi “Kastoria 1944”

4 United States Holocaust Memorial Museum, 29 Ocak 1998 röportajı

5 Joe Halio, Stuart Fishelson, Sidney Gerson “Birkenau Memories of an Eyewitness How 72.000 Greek Jews Perished, Albert Menache, M.D.”

6 Russo Aile Arşivi “Lena&Maurice Russo Düğün 22 Mart 1953”

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün