Zorba, neden zorbadır?

Marsel RUSSO Perspektif
7 Temmuz 2021 Çarşamba

Totaliter yönetim, devletin bireysel haklar ve özgürlükler konusunda hiçbir kısıt tanımadan otoriteyi kendisine bağladığı, sosyal yaşantıyı tamamen merkezcil bir şekilde kontrol altına aldığı siyasi bir sistem. Güçlü ve karizmatik bir lider tarafından yönlendirilen tek siyasi parti iktidarı ile anlam bulur. Demokratik düzen yerine, parti-devlet ile başlayan, lider-devlet şekline evrilen süreçle taçlanır.

Mistik bir geçmişe olan tabansız bir öykünme ile güncel vizyonun parlatılması 21. yüzyılda, bir öncekine göre daha fazla kıymet görüyor sanki. Kendisini uygarlıkla özdeşleştiren batıda da, uygarlığın bir güneş gibi doğudan doğduğunu yineleyen doğuda da durum aynı.

Medya yolu ile manipüle edilen bir propaganda sistemi içinde bireyin haber alma özgürlüğünün elinden alındığı, bilimden, sanattan kopuşun dayatıldığı, akademinin cılızlaştırıldığı, komplo teorileri ile beslenen irrasyonel söylemlerin yaşamı ele geçirdiği bir alacakaranlık kuşağından söz ediyoruz.

Toplumsal hiyerarşinin dayatıldığı, dolayısı ile kıymetli ve daha az kıymetlilerin kendinden menkul sistem tarafından, çıkarlar doğrultusunda tanımlandığı, mağdur ve kurban imgesinin her daim güncel söylemlerde yerini bulduğu bir ortam… Kanun ve düzen tarafından biz / siz olarak yarılan bir sosyal yapı: ‘Biz’ ile akarla birlikte hareket edenlerin yüceltildiği, ‘Siz’ ile ulusal egemenliğe karşı hıyanet içinde olanların aşağılandıkları bir iklim. Pederşahi gelenekler içinde sindirilen kadının cinsel yaklaşımlar üzerinden aşağılanması, kimliksizleştirilmesiyle de anlam bulacak bir durum…

Ekonominin en ince ayrıntısına kadar tek elden yönetildiği, ifade ve seyahat özgürlüğünün ipotek altında tutulduğu, toplu takip ve dinlenmenin gündelik hayatın bir parçası olduğu ve bireylerin sindirme terörüne maruz tutulduğu bir sistemdir bu. Para-militer yapıların lider veya ideoloji adına düzeni sağladığı ve kolluk kuvvetlerinin etkisizleştirildiği, tüm sorunların dış odaklara veya toplumda istenmeyen unsurlara fatura edildiği bir yapı…

Çoğaltmak olası elbette…

“Her şey devlet içinde, hiçbir şey devlet dışında ve ona karşı değil.”

Demokrasinin ret edildiği, yönetenin yönetilen tarafından sorgulanamadığı, bu anlamda halk yığınlarının sabun köpüğü uğraşlarla veya güç ve ihtişamla efsunlandığı bir dünyanın içinde yaşadığımızı, tarihten gelen örneklerle irdeleyeceğim. Çalışma aralığı olarak aldığım 20. yüzyıl, ‘tiran-zorba’ anlamında birçok yeteneği bizlere bağışlamış bir zaman dilimi.

Önce zorbayı tanımlayalım:

Zorba, megalomandır, paranoyaktır, iflah olmaz bir katildir… Biraz soytarı ve son derece korkaktır. Radikal bir ideolojinin irrasyonellik sınırlarında gezen savunucusudur. Etrafının kendisine biat etmesi ile beslenir. Devlet kasasını kendi cebi gibi kullanır. Ciddiyet isteyen yönetim işlerini narsistik krizlerine kurban eder. Gündemi hırs ve iştahını, her ne pahasına olursa olsun, tatmin etmektir… Dolayısı ile mahkemeleri ele geçirerek adaletten kaçmak kendisi için önceliklidir.

Kaddafi

20. yüzyılın bu anlamda çok verimli olduğunun altını çizmek gerek.

Pol Pot’tan, Kaddafi’ye, Saddam Hüseyin’e,

Bokassa’dan, Kim Il Sung’a,

Niyazov’tan, Mao’ya,

Stalin’den, Hitler’e,

Çauşevsku’den, Honecker’e, Pinochet’ye,

Franco’dan, Mussolini’ye…

Bunların hepsi tarihi kendi uluslarının çıkarlarına uygun bir şekilde değiştirmek için iktidara geldiklerini ifade etmişlerdir. Kimi darbelerle yönetime el koymuş kimi ise demokratik sisteme nispet yaparcasına seçimle iktidar olmuştur.

Mao ve Pol Pot gibileri bir halkın içinden; Stalin ve Bolşevikleri askeri bir düzenden, Hitler, üstün olduğunu iddia ettiği bir ırktan yeni bir insan yaratmaya çalıştılar. Arkalarında bıraktıkları miras zorbalığın kendisini tanımlar.

***

Mussolini 1922’de Napoli’deki Faşist Partisi Kongresinde şöyle der: “Kendi efsanemizi yarattık. Bu bir inançtır, bir tutkudur. Gerçek olması gerekmez. Bu milletimizdir, efsanemiz milletimizin ihtişamıdır! Her şeyi bu mit için, bu ihtişam için feda etmeye hazırız…”

Geçmiş özellikle efsaneleştirilmiştir. Böylesi bir geçmişin oluşması ile faşist politika nostalji ile kendi idealleri arasında bir bağ kurar. Nazi ideoloğu, Völkischer Beobachter gazetesinin editörü Alfred Rosenberg 1924’te şöyle yazar: “Efsanevi geçmişimizin ve tarihimizin anlaşılması ve ona saygı duyulması, gelecek nesillerimizi Avrupa topraklarına bağlamak için öncelikli şart olacaktır…” Zorbalığın dayandığı faşist söylem, efsanenin günceli değiştirmek için yaratıldığını haykırır.

Efsane pederşahi aile yapısı ile öne çıkar. Öyle ki faşist toplumlarda ulusun lideri, geleneksel ailedeki baba figürünü temsil eder. Onun eşi ve çocukları üzerindeki otoritesi, onlar için ter döken, onlar için fedakârlık yapan, onlar için düşünen, onlar için savaşan kişilik modeli ile şekillenir. Geleneksel aile yapısında babaya atfedilen güç, lidere atfedilenle benzerdir. Onun sözünden çıkılmaz, hatta mümkünse çıkılması dahi düşünülmez.

Göbbels’ten önce Nazi partisinin propaganda işlerini yürüten ancak Hitler ile ters düştüğü için 1934 yılının 30 Haziran’ında, ‘Uzun Kılıçlar Gecesi’nde tasfiye edilen Gregor Strasser, erkeğin, dolayısı ile liderin gücünü asker olarak yetiştirilmesine bağlar. “Bir erkeğin efsanenin anlamlı olması için yapabileceği en kutsal şey askerliktir…” der ve hemen ekler, “kadınınki ise anneliktir…

Kadını anne olmakla sınırlamanın ülkemizin sosyal politikalarında hala dillendirilen bir konu olması düşündürücüdür ne yazık ki? 1933’te, Alman Kadınlar Birliği lideri Paula Siber, konu ile ilgili resmi Nasyonal Sosyalist görüş hakkında şöyle der: “Kadın olmak, anne olmak demektir. Anneliği tüm benliği ile benimsemek ve bunu kendisine bir yaşam şekli haline getirmek demektir. Burada bitmez… Alman annesinin görevi çocuğu taşımakla sınırlı değildir. Onu eğitip ulusa armağan etmek bu görevin temel yapı taşıdır.”

Hindistanlı tarihçi ve kadın hakları savunucusu Charu Gupta’ya göre, 20. yüzyıl ve sonrasında şekillenen kadının toplumda baskılanması konusu Nazi Almanya’sına kadar dayanır ve anti-feminist hareketin en uç noktasını oluşturur. Faşizm ilkeleri ile yoğrulan toplumlarda, yüzyılımızın beşte birinin akıp gittiği şu sıralarda durumun hala benzerlik gösteriyor. ‘Baba’ figürünün erk ile ilişkilendirilmesi, kadına, toplumda kutsiyet atfedilen analıktan başka bir rol biçilmemesi, düşünce şeklinde bir değişiklik olmadığını gösteriyor.

Toplumda hiyerarşiyi önceleyen söylemlerin stratejik amacı, efsane olarak yeniden yazılan tarihin gerçekle yer değiştirmesini sağlamak, bu suretle totaliter yönetimlerin olgunlaşmasını sağlamaktır... İhtişamla harmanlanmış geçmiş aynı zamanda işlenen suçların örtülmesine, muhasebeden kaçılmasına zemin hazırlayacaktır. Böylece kusursuz toplumun temelleri atılacak, eskiyi sorgulayanlara hiç de iyi gözle bakılmayacaktır.

Himmler 1936’daki bir konuşmasında şöyle der: “Ancak geçmişini doğru bir şekilde hatırlayan bir ulus bugün ve gelecekte mutlu bir yaşantı sürebilir. Alman halkına açık bir şekilde anlatmalıyız ki tarihimiz bin yıllık bir tarihten ötedir; kültürü olmayan barbar bir halk olmadık, bilakis, kültürü diğerlerine ihraç eden bir halk olduk. İnsanlarımızın tarihimizden yeniden gurur duymalarını sağlamak istiyoruz...”

Tarihin totaliter hiyerarşinin serpilmesi için eğilip bükülmesi 20. yüzyılın ilk yarısından bu yana çokça kullanılıyor. Yazılan kitaplar, çekilen filmler, görsel ve yazılı basın, lideri öylesine parlatıyor ki, onun kucaklayıcı olması gereken konumunu yozlaştırıyor, zorbalaştırıyor.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün