Tiyatro sinemalaşırken, sinema da tiyatrolaşıyor mu?

Tiyatro uyarlamaları, sinemada yapılması en güç işlerdendir. Sinemanın 125 yılı aşkın geçmişinde, sinemasal görselliği ve devinimi olan, tiyatro kokmayan uyarlamaların sayısı bir elin parmak sayısını geçmez. Son zamanlarda sinemanın pek de yüz vermediği bu tür yeniden, hem de gerçekten bir patlama yaparak gündeme oturdu.

Erdoğan MİTRANİ Sanat
4 Ağustos 2021 Çarşamba

Kanımca sebep, pandemi sürecinde sahnelerin zorunlu olarak kapatılmasının ardından, canlı ya da banttan çevrimiçi yayın yapmak zorunda kalan tiyatrolar, seyirciyi sahnenin içine sokan farklı bir çevrimiçi izleme deneyimi oluştururken, evlerine hapsolarak kısıtlı mekânlarda uzun süre yaşayan izleyiciler de üç boyutlu görüntülü ve ses düzenli görkemli filmlerin yerine, çoklukla içinde bulundukları klostrofobik ortamlara benzer mekânlarda geçen tiyatro uyarlamalarına yönelmiş olmaları. Tiyatro uyarlamalarındaki bu patlamanın en gerçekçi göstergesi Oscar ödüllerinde aldıkları çok sayıda adaylık. Her ne kadar film eleştirilerime ortakoltuk.com sitesinde yer versem de bu kez dört dörtlük gerçek tiyatro olan bu çalışmalardan burada da söz etmek istiyorum.

Amerikalı yazar August Wilson’un (1945-2005) oyunundan uyarlanan ‘Ma Rainey's Black Bottom’un tiyatro uyarlaması olarak diğerlerinden farklı bir geçmişi var. Beyaz bir baba ile siyah bir annenin çocuğu, “Siyah Amerika tiyatrosunun şairi” Wilson, on yıllar boyunca hem hayranlık duyulmuş hem karalanmış, hem sevilmiş hem nefret edilmiş Afro-Amerikan kültürünün beyazlarca istismarının ve iç edilmesinin uzun geçmişi ele aldığı, toplu olarak

The Pittsburgh Cycle adını verdiği on oyunluk bir diziyle tanınır. ‘Amerikan Yüzyılı Dizisi’ olarak da adlandırılan, her oyunun 20. yüzyılın farklı bir on yıllık döneminde geçtiği serinin 1927’de Chicago’da geçen oyunu ‘Ma Rainey’s Black Bottom, şarkılarının söz ve müziğini yazan ilk blues yorumcularından, efsanevi Gertrude ‘Ma’ Rainey’in, genç ve işveli sevgilisi Dussie Mae ve müzik grubuyla Ma’nın şarkılarını kaydetmek için şehir dışından geldikleri bir kayıt stüdyosunda geçer.

Yönetmen George C. Wolfe ve senaryo yazarı Ruben Santiago-Hudson, ırkçılığı, siyah müzisyenlerle beyaz yapımcıların çoklukla gerilimli ilişkilerini, blues söylemenin asıl anlamını, gerçek bir karakter üzerine kurmaca bir anlatı üzerinden irdeleyen oyunun sinema uyarlamasında hemen hepsi kusursuz monologlarıyla ünlü Wilson’un gerçekten de büyük ustalıkla yazılmış metnini has tiyatroya yakın bir anlatımla ele alırlar.

Oyuncu yönetimi, kusursuza yakındır ama, ikisi de Oscar’a aday baş oyuncusunun yorumları olağanüstüdür. Bedenen kalınlaştırılarak altın dişli ve terli bir ‘Ma’ Rainey’e dönüştürülen Viola Davis bu ‘kara süperkadın’ın ikilemini, karakterinin tüm katılığını insanlaştırarak ustalıkla yansıtır. Başka bir oyuncuyu mimiklerinde zorlayabilecek ağır makyajına karşın, efsanevi şarkıcıyı kendine tam olarak mal eder, taşımakta olduğu husumeti yorgun ama güçlü omuzlarına yüklediğini ustalıkla aksettirir. Yaydığı aura, patlamaya hazır karakterine getirdiği güçlü ama kontrollü yorumuyla hiçbir zaman kadınları cinsel olarak çekici bulduğunu gizlememiş ‘Ma’ Rainey’in cinsel kimliğini de doğallıkla aktarır.

Aramızdan çok erken ayrılan Chadwick Boseman genç, konuşkan, hırslı, yetenekli Levee olarak mükemmel. Çocukken yaşadığı, 8-9 beyaz adamın annesine dehşet verici toplu tecavüzünü, çığlık attığında göğsüne bıçak atarak kaçmalarını anlattığında, sevimli ve karizmatik Levee’nin ancak durumlar gerektirdiğine tatlı biri olduğunu, şirin görünümün ardında, ruhunu beyaz adamın göğsünde bıraktığı yara izi gibi yaralayan vahşi saldırganlığın yattığını müthiş ustalıkla hissettirir.

‘Ma Rainey's Black Bottom’, Netflix’te gösterimde. Kaçırmayın derim.

Miami’de bir gece…

Kemp Powers’in  aynı adlı oyunundan filmin yönetmeni Regina King’le birlikte uyarladığı   En İyi Uyarlama Senaryo adayı ‘One Night in Miami / Miami’de Bir Gece’, henüz Muhammad Ali olmamış efsanevi Cassius Clay’in dünya şampiyonluğunu kazandığı maçın ardından, kutlamak için, hepsi de kendinden büyük üç yakın arkadaşı -İslam Ulusu / Nation of İslam hareketinin aktivist savaşçısı Malcolm X, kadife sesli olağanüstü şarkıcı Sam Cooke, dönemin en önemli Amerikan profesyonel futbol liginin efsanevi oyucusu, sonraların ünlü Hollywood yıldızı Jim Brown’la- birlikte geçirdikleri 25 Şubat 1964 gecesine odaklanır. Film, gerçek olaylardan esinlense de, Afro-Amerikan kökenlilerin varlıklarını kabul ettirmek için ciddi bir savaş verdiği bir dönemde, kariyerlerinin dönüm noktasındaki dört arkadaşın, geleceklerinin belki de en belirsiz olduğu bir gece boyunca ABD’de kara derili olmanın anlamını, tüm şöhretlerine karşın kara derili bir ünlü olmanın ırkçı bir toplumdaki meşruiyetini sorgulayışları büyük olasılıkla Powers’ın hayal gücünden çıkma kurgusal tartışmalardır.

Siyah Amerikalıları ayrı bir ulus ve Siyahları Allah'ın seçkin kulları, beyazları ise mavi gözlü şeytanlar olarak gören İslam Ulusu hareketinin en önde gelen yandaşı Malcolm X (Kingsley Ben-Adir) lider Elijah Muhammed’in ayrılıkçı görüşleri yüzünden hareketten ayrılmaya niyetlenmektedir. Onun kılavuzluğunda Müslümanlığa geçiş yapmakta olan ve İslam Ulusu’na katılmaya hazırlanan Clay (Eli Goree) önderi olarak gördüğü, sevdiği Malcolm X kadar inançlı olsa da onun kadar radikal olmaya yatkın değildir.

O gün kendisine övgüler düzen beyaz dostunun (Beau Bridges), ‘nigger’ olduğu için, evine sokmadığı Jim Brown (Aldis Hodge), dünyanın en popüler sporcusu bile olsa derisinin renginin evin dış kapısını geçmesini engellediğini fark etmiştir. Malcolm’un kişisel çıkarı için kendini satarak davadan tamamen uzaklaştığını düşündüğü Sam Cooke (En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Adayı Leslie Odom Jr.) bir yandan kendini korumaya çalışırken, bir yandan da tüm iç çelişkilerinin açığa çıktığı bir vicdan muhasebesine girişmektedir.

Regina King’in oyuncu yönetimi müthiş. Özellikle metnin öne çıkardığı Kingsley Ben-Adir, Malcolm X’in kararlılığını ve mücadeleci yönünü canlandırırken, kuşkularını ve insancıllığını da başarıyla aktarıyor. Oscar adayı Leslie Odom Jr., Sam Cooke’a ustaca bir yorum getirirken, flashback konser sekansındaki ve finaldeki performansıyla, efsanevi şarkıcıya yakışır bir sanatçı olduğunu kanıtlıyor.

‘Miami’de Bir Gece’ hâlen Amazon Prime’da gösterimde. Kesinlikle izlenmeli.

Fransız tiyatrosunun yeni fenomeni genç yazar Florian Zeller, 2012’de yazmış olduğu

Le Pèreadlı oyununu, birçok oyununu İngilizceye çevirmiş ünlü İngiliz tiyatro yazarı Christopher Hampton ile birlikte sinemaya uyarlamış, filmin yönetmenliğini de üstlenmiş. Prömiyerini Sundance’da yapan ‘The Father / Baba’, 6 önemli dalda aday olduğu Oscar’larda En İyi Uyarlama Senaryo, Sir Anthony Hopkins En İyi Erkek Oyuncu ödüllerini aldı.

‘Baba’, 21. yüzyılın en heyecan verici edebiyatçılarından biri olarak kabul edilen, Yasmina Reza ile yaşayan en iyi iki Fransız tiyatro yazarından biri olarak görülen Zeller’in ilk uzun metrajlı filmi.

Film başladığında, 80’ine gelmiş, yalnız yaşayan babası Anthony’yi görmeye gelen Anne (Olivia Colman) onu, daha önce defalarca yapmış olduğu gibi, bakıcısını kovmaması için ikna etmeye çalışır. Sevdiği adamla Paris’e yerleşeceğinden, artık hafta sonları haricinde, onu her gün görmeye gelemeyecektir. Dinç ve aklı başında görünse de arada bir unutkanlıklar, şaşkınlıklar ya da bellek karmaşaları açığa çıktığından, babasının sınırlarını kabullenerek destek alması gerekmektedir. Anne babasının evine bir kez daha geldiğinde onu başka bir oyuncu (OIivia Williams) canlandırmaktadır ve Paris’e gitmesi söz konusu değildir. Öykünün aldığı bu çarpıcı ve şaşırtıcı virajla seyirci, bir demans hastasının etrafındakilerde yarattığı yıkımın değil, yavaş yavaş bellekten silinen olay, mekân ve kişilerin, kimin kim olduğu, bugünün hangi gün olduğu, burasının neresi olduğu gibi cevapsız soruların, hastanın gözünden aktarıldığı demansın da kendisini izlediğini fark eder. Bir kol saatinin, bir tablonun ya da akşam yemeğinde yenecek bir tavuğun olmadık anlamlar kazandığı anlatı, bizi Anthony’nin karmakarışık bilincine sokarak, sanki yolunu kaybeden bizmişiz gibi onun kaybolmuşluğunu yaşamamızı sağlar. Anthony gibi nerede olduğumuzu, etrafımızdakilerin kim olduğunu sorgulamaya başlarız. Burası yaşlı adamın tek başına oturduğu daire midir? Anne yeni sevgilisiyle Paris’e mi gidecektir ya da babasını misafir ettikleri evinde aceleci ve hırçın kocası Paul (Rufus Sewell) ile mi evlidir? Anne’a benzeyen bu öteki kadın ya da yan odada oturan ve “Burası benim evim” diyen adam kimdir?

Yapım tasarımcısı Peter Francis, olağanüstü bir ayrıntı çalışmasıyla her şeyin geçtiği tek mekânı belirli belirsiz, ama durmaksızın, aynen Anthony’nin gidip gelen belleği gibi dönüştürür. Mutfağın tezgâh üstü fayanslarının desenlerinde veya yatak odasının yerleşiminde küçük değişiklikler ya da akşam yemeği için alınmış tavuğun poşetinin beyazken maviye dönüşmesi gibi zar zor fark edilen detaylarla aynı mekânın sayısız çeşitlemelerini yaratır.

Yorgos Lamprinos’un büyüleyici kurgusu da mekânın bu zar zor hissedilen evrimine mucizevi bir boyut kazandırır.

‘Baba’ hâlen sinemalarda gösterimde. Sakın kaçırmayın. Sağlıklı ve bol tiyatrolu seyirler dilerim.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün