“Yazarken okuyucudan çok kendi gelişimimi düşünüyorum”

Lidya Nasman, üçüncü kitabı ´Ruhsal Saat Tamircisi´nde, bir hayatında Nazilere karşı hayatta kalma mücadelesi veren bir Yahudi´nin, bir hayatında ise Türk-Kürt sorununun ortasında kalan bir kadının ruhunun yolcuğunu anlatıyor. Bu yolculukta nefret, ırkçılık, savaş gibi konuları da ustalıkla işleyen Nasman´la kitabını, Afrika´daki hayatını ve gelecek projelerini konuştuk.

Virna GÜMÜŞGERDAN Söyleşi
10 Kasım 2021 Çarşamba

Lidya, üçüncü kitabınla okurlarla buluştun… Öncelikle seni tanıyabilir miyiz?

Aslında en zorlandığım soru bu. Kendimi tanıtmak deyince yaşım, yaşadığım yer, okuduğum okullardan bahsetmek gerekiyor ki beni tanımlayan şeylerin bunlar olmadığını düşünüyorum. Ama kısa ve öz söz etmek gerekirse 1979 İstanbul doğumluyum. İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü mezunuyum. Şu anda da Anadolu Üniversitesinde felsefe okuyorum. Aynı zamanda kendimi geliştirmek için birçok farklı konuda eğitimler almaya devam ediyorum. 2012 yılından beri Afrika ülkelerinde yaşıyorum. Önce üç yıl kadar Cezayir'de yaşadım, daha sonra beş yıl gibi uzun bir zaman Etiyopya'da yaşadım. Şimdilerde ise Tanzanya'yı deneyimliyorum.

Lidya kimdir sorusuna gelince; hala kendimi tanıma aşamasındayım. Yaşadığım her deneyimle kendimi keşfediyorum. "Asla yapmam" dediklerimi her yaptığımda farklı bir yüzümle tanışıyorum mesela. Her kitabımda kullandığım bir sözüm vardır. “Kendinden kaç sen yaratabilirsin? Ve kaçı sen kalmaya devam eder?” Bu sözü kelimesi kelimesine deneyimleyen ve tanıştığım her yeni kimliğimle gelişen, değişen biriyim diyebilirim.

Yazma serüveni nasıl başladı?

Aslında daha dokuz yaşındayken yazıyordum. Bir gün hikaye defterim abimle kuzenimin eline geçip de benimle dalga geçtiklerinde ara verdim diyeyim. Çünkü o kadar küçüktüm ki ne hırslanıp ileride çok ünlü bir yazar olacağım diye hayaller kurdum ne de kaleme kağıda küstüm. Aralarda şiirler yazdığım oldu, okuldaki kompozisyon yarışmalarında başarılar kazandım; ama çalışma hayatına atılınca yazı yazma serüvenim de son buldu. Yurtdışında yaşamaya başlayana kadar böyle bir yeteneğim olduğunu bile unutmuştum. Her beyaz yakalı gibi hafta arası yoğun iş temposu, haftasonu arkadaşlarla geçirilen zamanların arasında yazmak aklımın ucundan bile geçmedi. Yıllarca çalışma ve şehir hayatının yoğun temposuna alışkın biri olarak 2012 yılında evlenip de kendimi bambaşka kıtalarda ev hanımı olarak bulunca bir boşluğa düştüm. Uzun bir süre kendi kendimi dinlemeye vaktim oldu ve inan bana ruhumun ya da aklımın fısıldadıklarından hiç hoşlanmadım. Baktım ki önceliklerimi hiç kendimi düşünerek belirlememişim, hep modaya, büyük şehrin ve çevremin gerekliliklerine göre şekillenmişim. Yalnız başına, kendi kendinle kalmak bazen çok sancılı bir süreç olabiliyor, ama bu fırsatı iyi değerlendirirsen kendini keşfedebiliyorsun, yeteneklerinin farkına varıyorsun. İşte yazma serüvenim tam da kendimi keşfetme isteğimle başladı.

‘Ruhsal Saat Tamircisi’, çok ilginç bir başlık… İlhamı nereden aldın?

Tamamen kafamdan uydurdum. Ruh göçünü konu olarak seçtiğim bir kitapta, iki kişinin karşılıklı terapisine en uygun isim bu olur diye düşündüm. Hatta bir anda aklımda bu isim belirdiğinde "Acaba bir yerlerden mi duydum?" diye sordum kendi kendime, Google'da arattım, daha önce kullanılmadığını görünce çok sevindim. İsmi bulduğumda henüz kitabın çok başlarındaydım,  kurgu kafamda oturmuştu; ama birkaç sayfadan başka elimde hiçbir şey yoktu. Şimdi bu isim nereden çıktı diye düşününce aklıma eskiden psikolojik yerine ruhsal rahatsızlıklar terimi kullanılmasından etkilenmiş olabileceğim geliyor. Kitabın kahramanı hem ruh göçünü deneyimlediğini, hem de ruhsal bir rahatsızlığı olduğunu düşünüyor. Geçmiş, şimdiki zaman ve gelecekte aynı anda yaşadığı için hem ruhunun hem de bedensel saatinin tamir edilmeye ihtiyacı var. Ruhsal Saat Tamircisi ona bu konuda yardım edebilecek tek kişi gibi duruyor.

Kitabında hem tarih, hem psikoloji, hem felsefe var. İçeriği çok dolu… Uzun bir araştırma sürecinden geçtiğin, detaylı bir hazırlık yaptığın belli… Bu kitap nasıl doğdu?

Benim her kitabımın serüveni aynı aslında. O anda hangi konular ilgimi çekiyorsa, hangi konularda daha fazla bilgi sahibi olmak istiyorsam o konuyu seçiyorum. Kısacası okuyucudan çok kendi gelişimimi düşünüyorum. Ruh göçü neredeyse hepimizin ilgisini çeken bir konu. Hepimiz ölünce neler olacağını merak ediyoruz. Hayatımızı anlamlandırmaya çalışıyoruz. Ben de ölümü anlamlandırabilmek için yaptığım araştırmaları ve bu konudaki kendi fikirlerimi paylaşmak istedim. Kurgunun ilgi çekici olması için de üç farklı zaman diliminde ilerledim. Geçmiş zamanda Nazi zulmünden kaçan bir Yahudi, şimdiki zamanda Türk - Kürt sorunu ve gelecek zamanda ise dünyayı değiştirmek isteyen bir genetik mühendisinin yaşadıklarını hikayaleştirdim. Tüm dönemlerinde ırkçılık sorununa değinmeye çalıştım. Ruh göçüne odaklanırken aklımdaki soruya cevap aradım aslında. Bilimden sapmadan spiritüellik mümkün müdür?

Yurt dışında yaşıyorsun. Özellikle Afrika ülkelerini tercih etmenin belli bir sebebi var mı? Bu deneyimlerin sana ne kattığına inanıyorsun?

Evlendikten sonra eşimin işleri dolayısıyla Afrika ülkelerinde yaşamaya başladık. Cezayir'deyken Afrika'yı bir zorunluluk olarak görüyordum ve bir an önce geri dönmek istiyordum. Her şehrin kendine ait bir enerjisi olduğunu düşünürüm. İçinde yaşayan insanlar ne kadar mutluysa enerji o kadar yüksektir. Maalesef Cezayir'de o mutluluğu yakalayamadım. Ama hayat gerçekten avuçlarımızın içinde ve verdiğimiz kararlarda saklı. Verilen tek bir karar insanın tüm hayatını yönlendirebiliyor. Cezayir'deki üçüncü yılımızda eşime iki ayrı proje teklifi geldiğinde ya orada kalacaktık ya da gerçek bir Afrika ülkesi olan Etiyopya'ya gidecektik. Hiç düşünmeden Etiyopya'yı tercih ettim. Benim için yalnızca televizyonlarda şahit olduğumuz kıtlığın ülkesi olan Etiyopya hakkında başka hiçbir fikrim yoktu; ancak nedense bize iyi geleceğine inanmıştım. Gerçekten de öyle oldu. Üstelik öyle başkentte filan da değildik, Kombolcha isminde küçük bir şehirdeydik. Küçük dediysem kimsenin aklında yüzölçümü canlanmasın. İnsanların tek göz odada uyuduğu, diğer tüm ihtiyaçlarını sokaklarda karşıladığı; ki buna tuvalet de dahil olan bir şehir. Fakirliği bilmekle yüz yüze gelmek arasında uçurumlar olduğuna şahit oldum. Fakirliğin içinde nasıl mutlu olmayı başarabildiklerini deneyimledim. Hayatın sırrının ne kadar basit olduğunu anladım. Şartlar tüm insanlar için eşit olduğu sürece mutluluk kolay. O şartlar değişip de birileri diğerlerinden fazlasına sahip olduğunda ve dengeler değiştiğinde yüzdeki gülümseme de gidiveriyor. Tek sır dengeyi kurabilmek. Beş yıl kaldım Kombolcha'da ve her anı için minnettarım. Beni geliştiren, değiştiren ve en önemlisi dönüştüren bir deneyimdi. Anlatabilecek o kadar çok anım var ki sayfalar yetmez. Şimdilerde ise iki aydır Tanzanya'dayım. Buranın bana neler katacağını göreceğim.

II. Dünya Savaşında geçen bir hikaye üzerinden savaş, güç sahibi olmak, affetmek gibi kavramları ele alıyorsun. Özellikle böyle bir tema seçmenin sebebi neydi?

Tüm dünyanın en çok nefret ettiği ve bunun yanında hakkında en çok kitap yazdığı kişi Adolf Hitler. Peki kimdi bu adam? Amacı neydi? Ari ırk takıntısı gerçek miydi yoksa yalnızca tarihe adını yazdırmak mı istiyordu? Bir Yahudi olarak tarihimizi bilmenin önemli olduğunu düşünüyorum; ama bundan daha da önemlisi birinden nefret ediyorsanız ya da yaptıklarını haksız buluyorsanız bunun sebebi tüm dünyanın böyle düşünmesi olmamalı. Kendi fikirlerinizle bu düşüncelerinizi destekleyebilmelisiniz. Her zaman şunu savunurum: İnanmadığın  ya da nefret ettiğin her ne ise bunun sebebini inandıklarından ve sevdiklerinden çok daha iyi bilmelisin. Aksi takdirde fikir sahibi olduğunu iddia edemezsin, yalnızca önyargılısındır.

Geleceğe yönelik yeni projelerin var mı?

Bu aralar bilimkurgu ve mitoloji konuları ilgimi çekiyor. Felsefe okumaya başlayınca mitolojinin önemini çok daha iyi kavradım. Kendimi bu konularda geliştirmek, daha çok bilgi sahibi olmak istiyorum. Daha sonra da öğrendiklerimi okuyucularla paylaşmak.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün