Hazırım kanat çırpmaya
“Dönsem”, derim, “dönsem geriye”
Bir an daha kalırsam burada
Korkarım hiç dönemem diye.
Yakın arkadaşı 15 Temmuz 1921’de Benjamin’in 29. doğum günü için Angelus Novus’a adadığı bir şiir yazdı. Şiirin bir dörtlüğünü Walter Benjamin ‘Tarih Felsefesi Üzerine Notlar’ını yazdığında makalesinin başını bu dizelerle süsledi:
Klee'nin Angelus Novus isminde bir tablosu vardır. Bu tabloda, gözlerini ayırmadan üzerine düşünmekte olduğu bir şeyden uzaklaşmak üzereymiş gibi duran bir melek resmedilmiştir. Gözleri dimdik bakmaktadır, ağzı aralıktır, kanatları da açılmıştır.
İşte tarihin meleği de böyle görünmelidir. Yüzü geçmişe dönüktür. Bizim bir olaylar silsilesiyle karşılaştığımız yerde, o ayağının ucuna savrulan üst üste yıkıntılardan oluşan tek bir felaket görür. Melek kalmak isteyecektir, ölüleri uyandırmak ve parçalanmış her şeyi bütünlüğe kavuşturmak isteyecektir. Ama cennetten bu yana bu fırtına esmektedir; fırtına meleğin kanatlarını öylesine şiddetle yakalamıştır ki, artık kanatlarını kapatamaz. Bu fırtına karşı konulmaz bir şekilde, meleği arkasını dönmüş olduğu geleceğe doğru savurmaktadır, önünde kalan yıkıntılar yığını ise gökyüzüne doğru yükselmektedir.
Bu fırtına, bizim “ilerleme dediğimiz şeydir.”
Walter Benjamin (Tarih kavramı üzerine, IX.)
Angelus Novus adlı bu dışavurumcu tablo Paul Klee’nin benimsediği basit anlatım dili ile felsefesel sağlanan önemli bir anlamı ifade eden tarzının gelişmiş örneğiydi. Bu tarzı benimseyerek yaptığı eserlerle Klee günümüz modern resminin ana figürlerinden biridir.
Angelus Novus, Münih’teki galeriden yakın dostu Gershom Sholem tarafından satın aldığından ve W.Benjamin’e hediye edildikten sonra düşünürün ‘Tarih Felsefesi Üzerine Notlar’ çalışmasında yerini almıştı.
Tablo yazarla metafizik bir bağ kurmuş ömrünün sonuna dek yanında kalmıştı.
Benjamin’in görüşüne göre melek, tarihin kendisinden başka bir şey değildi. Kıta Avrupa’sındaki savaş sonrası politik konjonktür, yozlaşmış değerler ve savaşların yıkıcılığına ait geçmişin enkazına bakarken çaresizce yanlış yöne dönmüştü. Bu, dünyanın durumuna dair kötümser, hatta kaderci bir anlayıştı. 1920’de Münih’te ilk karşılaşmalarından bu yana yakın tarih, Benjamin’i yakalamış ve onu adeta meleğin gözünden sorgulatır olmuştu.
Birçok uzman ve düşünüre göre Paul Klee, Tarih Meleği olarak düşünülen bu resmi yapma duygusunu geçmiş savaş tıllarına bağlar. Klee I. Dünya Savaşı sırasında Alman kuvvetlerine alınmıştı ve bundan derinden etkilenmişti. Gerçi askerlik hizmetinin çoğunu cepheden uzakta geçirmesi, resim ve çizim yapmasına olanak sağlamıştı. 1920, Klee’nin kariyerinde çığır açan bir yıldı. Angelus Novus’u da içeren ilk büyük ölçekli sergisini Münih’te yaptı, Weimar Bauhaus’a katılarak metafizik gerçeklik algısını kapsayan sanatsal inancı olan ‘Yaratıcı İtiraf’ adlı çalışma dizisini ortaya çıkardı.
Savaş sonrası kıta Avrupa zaten enkazla kaplıydı; geleceğin ise kaygılarla belirsizlik ve yok oluşla sonuçlanacağını, kim hayal edebilirdi? 1930’ların sonlarından önce, birçok Yahudi ve sol görüşlü Alman, Üçüncü Reich düştüğünde Sovyetler Birliği’nin adil bir gelecek için bir model olacağı umudunu sürdürüyor, bunun için örgütleniyordu…
Buna rağmen W.Benjamin’e göre, geçmişin enkazına derinden bakmak ve çaresizce acıların izlerini geleceğe taşınmak için geriye sadece ‘melek’ kalmıştı. O da belki yeni bir dünya umuduna yol açacaktı.
Oysa 1933’te Nasyonal Sosyalistlerin iktidara gelmesiyle Düsseldorf Akademisindeki profesörlük görevinden uzaklaştırılan Klee, Almanya ve Avrupa’nın üzerine düşen kara bulutların farkındaydı. Nazilerin etkin gücünü fark ettiği için 1933’te İsviçre’ye yerleşmişti. 1937’de Alman müzelerindeki tüm resimleri toplanarak koleksiyonlardan atılmış; ‘Dejenere Sanat’ başlığıyla sergilenmişti. Hayatının bu zor yıllarında Klee’nin, Musevi-Katolik ikonografisinde ayrıcalıklı bir yere sahip olan ‘melek’ temasına yönelmesi, özellikle ölümün gölgesini üzerinde hissettiği 1939 yılında inanılmaz derecede etkiledi.
Fransa 1940’ta Nazilere teslim olduğunda gelinen durum W. Benjamin ve onun gibi birçok Yahudi mülteci grupları için yakın bir felaket anlamına geliyordu; geleceği için beslediği tüm umutlar paramparça olmuştu. Naziler tarafından yakalanmaktan korkan Benjamin, Lizbon’a ulaşmak ve oradan New York’a gidebilmek umuduyla Pireneler boyunca Paris’ten kaçarken, Katalan sahil kasabası Port Bou’da ölümcül dozda morfin hapı yutarak intiharı seçti.
Port Bou’daki mezar taşında şöyle yazar:
“Hiçbir kültür ürünü yoktur ki, aynı zamanda bir barbarlık belgesi olmasın.”
Garip bir tesadüf; Paul Klee de, aynı yıl İsviçre’de skleroderma hastalığından öldü. Onun mezar taşına da şu sözler yazılmıştır:
“Bu dünyada kavranılamaz biriyim ben
Çünkü ölülerin arasında olduğu kadar
Daha doğmamışların da arasındayım
Yaratılışa alışılmıştan biraz daha yakın
Ve yine de çok uzakta…”
W.Benjamin Paris’ten ayrılmadan önce, makalelerini ve meleğini, Bibliothèque Nationale’de bir şekilde güvende tutacağına inandığı dostu yazar Georges Bataille’a emanet etti. Savaştan sonra Benjamin’in mal varlığı, bir başka Frankfurt Okulu filozofu olan Theodor Adorno’ya geçti; daha sonra asıl sahibi olan Gershom Scholem’e tekrar geri geldi. Son olarak Scholem’in dul eşi, bu kıvırcık sarı saçlı meleği 1987’de İsrail Müzesine sundu.
Klee Yahudi değildi. Ancak Yahudi mistisizmi ve ağırlıklı olarak Yahudi olan Frankfurt Okulu ile ilişkisi hep sürmüş, felsefi ve tarihi gelenekler, onun yazılarıyla kadar iç içe geçmiştir ki, meleğin yuva diyebileceği yer kaçınılmaz bir şekilde İsrail olmuştu.