1987 yılından itibaren dünyada kalkınma konuları sürdürülebilirlik açısından değerlendirilmeye başlandı. Başta iklim değişikliği ve çevre faktörleri olmak üzere, temiz su ve gıdaya erişim, doğal kaynak ve enerji kullanımı, karbon salınımı, bio çeşitlilik, sefaletin ortadan kaldırılması, yönetimde hesap verme ve şeffaflık gibi birçok konu sürdürülebilirliğin alt başlıkları olarak kabul gördü. Bunların hepsi 1992 tarihli Brundtland Raporunun başlığı olan ‘Ortak Geleceğimiz (Our Common Future)’in içeriğinde yer aldı. 1992 Rio Zirvesi istenen yankıyı uyandırınca 2000 milenyum hedefleri şemsiyesi altında, 2002’de Rio + 10 toplantıları yapıldı. Rio+10 ile bu kapsamlı içeriğe bir de ‘sorumlu kapitalizm’ (veya şirketlerin sosyal sorumluluğu) eklendi. Dünya için ‘ortak gelecek’ hesapları yapılırken, sanayi, tarım ve hizmet sektörlerinin öngörülen hedefleri nasıl benimseyeceği, bunlara nasıl olumlu katkıda bulunacağı, bulundukları ülkelerin yerel ve merkezi yönetimleri ile iyi yönetim (daha doğrusu yönetişim) açısından nasıl bir etkileşim içinde olacağı konuları ön plana çıktı. Verilen sözlerin yerine getirilmesi ile ilgili olarak ülkeden ülkeye görülen farklar bir yana, sosyal sorumluluk kavramı her yerde kulağa hoş geldi. Kimi ülkede bir şirket web sayfasına çevre bilincini gösteren güzel bir görüntü koydu. Kimisi çalışanlarını işten çıkarmadan önce, onlara iş bulacağını veya eğitim vereceğini açıkladı. Kimisinde ise bunlar sadece yalan bir yeminden ibaret kaldı. Ama kafalarda soru işaretleri şimşek gibi çakmaya başladı. Sormaya, sorgulamaya mutlaka ihtiyaç vardı.
Paris İklim Değişikliği Anlaşmasının Tarafı Olmak veya Olmamak
Gelişmiş ülkeler ve üretken sektörleri birkaç istisna dışında ‘ortak geleceğimiz’ hedefine gönül koydu ve uymaya çabaladı. Çevresel etkilerini asgariye indirme ve iklim değişikliğinin olumsuz etkilerini azaltma yönünde işbirliğine girdi. Paris Sözleşmesi 196 katılımcısı ile küresel ısınmaya karşı bağlayıcı bir platform haline geldi. 12 Aralık 2015’te imzalanıp, 4 Kasım 2016’da yürürlüğe girdiğinde umut verdi. Ancak aynı yıl iktidara gelen Trump, ABD’nin Paris Anlaşmasından ayrıldığını açıklayacaktı. Buna rağmen birçok ABD’li sanayi kuruluşu Paris hedeflerini benimsediklerini ve bunlara uyacaklarını açıklayarak sorumsuz Başkan’a karşı sorumluluk gösterdi. Kömür üretimini arttırmayacaklarını, karbon salınımını azaltacaklarını, arıtma maliyetlerinden kaçınmayacaklarını ve çevre ile oynamayacaklarını açıklamaları önemliydi. Avrupa Birliği, Trump’a rağmen Paris İklim Değişikliği hedefine kilitlenen ABD kapitalistlerinin arkasında oldu. Çünkü artık Paris Anlaşması, tehlike işaretleri veren iklim değişikliği ve küresel ısınma nedeniyle, bir sorumluluktan öte bir yükümlülük haline gelmişti. Halen anlaşma 194 ülke tarafından imzalanmış,189 ülke tarafından onanmış durumda.
Ancak, Kırgızistan ve Angola’nın bile taraf olduğu Paris Anlaşmasını, Türkiye hâlâ imzalamış değil. Bu açıdan Türkiye, İran, Irak, Libya, 14 OPEC üyesi, Yemen ve Güney Sudan ile aynı kefede. Yalnız Türkiye’nin bu ülkelerden farkı, bu haliyle G20 içinde, Paris Anlaşmasına taraf olmayan tek üye olarak boy göstermeyi içine sindirmesi. Hoş imzalayıp da hâlâ Kanal İstanbul gibi bir ‘çılgın’ projenin peşinden gitmeye devam etmesi de nasıl olurdu bilmem. Orman alanlarını orman olmaktan tek bir dudak oynatmayla çıkarıp, lüks konut inşaatlarına tahsis etmekten hiç utanmasaydı, ülkenin her köşesinde büyük bir aç gözlülükle altın arama faaliyetlerine izin vermeye devam etseydi de bir imzayı anlamsız kılmaz mıydı? Bir nükleer santral projesinin zemin inşaatında bile özen göstermekten kaçınan bir ülke ve inşaat şirketleri için, Paris Anlaşmasına taraf olunup, olunmaması galiba bir şey ifade etmiyor. Kendi ulusal ‘ortak geleceğini’ bile düşünemeyen bir ülkenin zaten bir G20 üyesi olsa bile küresel bir ‘ortak gelecek’e imza atması bir anlam taşır mı? Tabii burada sorumluluğunun idrakında olmayan bir siyasi yönetim yanı sıra, küresel olmaya hevesli gözükse bile küresel hedefleri gözetecek sorumluluğu omuzlarına alamayan şirketlerimizin de olduğu unutmamak gerek. Zaten bunlar günü gün etmeye, yabancı şirketlerle ortak siyanürlü altın aramaya veya Kanal İstanbul’a pey vermeye her şeyden fazla önem veren, sadece ve sadece yüksek bedellerle kaptıkları ihaleleri düşünen ulusal şirketler değil mi? Sorumluluk nerede? Sosyal yükümlülük ne demek acaba onlar ve onlarla iş yapan yönetimler için?
Demokrasiye Sahip Çıkmak veya Çıkmamak
Yine ABD’ye bakalım. Sorumsuz Trump iktidara geldiği andan, seçimi kaybettiğinin tasdik edildiği güne kadar, önce kendi vatandaşlarını kamplaştırdı. Sonra dünyada çok taraflılığı elinin tersiyle itip, ABD’nin üstünlüğünü öne çıkarmaya çalıştı. Daha önce imzalanmış tüm ikili veya çok taraflı ticaret ve barış anlaşmasını rafa kaldırıp, kendi imzasını yenilerine koyma yolunu seçti. Evet, damadıyla birlikte görünürde binlerce yılın husumetini sonlandırıp, Araplarla İsrail’e el sıkıştırdı. Ama bunu İran’ı şeytanlaştırmak pahasına yapıp, onun gerçekten bir nükleer tehdit haline dönüşmesine neden oldu. Şimdi yüzde 20 uranyum zenginleştirme sınırlarına ulaştığını açıklayan İran’ın dünyanın güvenli geleceği için yarattığı tehdide gözünü kapadı. Ancak bardağı taşıran son damla, gözü dönmüş güruhları, bile bile, dünyanın gözü önünde kendi ülkesinin demokratik kurumlarının en yücesi üzerine saldırtmaktan çekinmemesi oldu. Evet, bunu genel seçimi kaybetmesinin ardından, döneminin son iki haftasında yaptı. Şimdi Trump ABD tarihinde ilk defa ikinci azil süreci yaşayan başkan olarak yer alacak.
Hal böyleyken şimdi Amerikan kapitalizmi, gün be gün sadece Trump’ın değil, Trump’a destek veren Temsilciler Meclisindeki Cumhuriyetçi Parti üyelerinin arkasındaki maddi desteği bir bir çektiğini açıklıyor. Cisco’dan, Microsoft’a ABD şirketleri ayırımcılığı genel politika haline getiren, demokratik kurumları hiçe sayan kişiselleşmiş yönetimin arkasındaki desteği çeken sorumlu kapitalizmi temsil etmeye çabalıyor. Bu ancak varlığını devlet desteklerine borçlu olmayan şirketlerin bulunduğu ülkelerde mümkün. Oysa bir de sorumlu kapitalizme karşı ahbap çavuş (crony) kapitalizmden söz etmek mümkün. “Rabbena hep bana” onların temel felsefesi. Ucuz kredi, ucuz hazine veya orman arazisi, şahsi tercihlerle kapılan olması gerekenden yüksek bedelli devlet ihaleleri, onlar için ayrıcalıklı devlet desteği. İşte bu şekilde ihya olan şirketlerin at oynattığı ülkelerde, sorumlu değil, ahbap çavuş kapitalizmi var. Devleti kullanarak ülkelerinin kanını emen ahbap çavuşların bulunduğu yerlerde, demokrasisinin yerleşmesi hayal. Demokrasiye değil otoriterleşmeye destek verdikleri sürece işler zor. Oysa 20. yüzyıl kapitalizm ve piyasa ekonomisinin, kolektivizme zafer ilan ettiği bir yüzyıl olmuştu. Ne yazık ki Rusya başta olmak üzere, Türkiye’nin de arasında bulunduğu bazı ülkelerde, bu ahbap çavuş kapitalistler (veya oligarklar) kapitalizmin tarihi zaferine birçok bakımdan gölge düşürmüş durumda. Bunlardan ne demokrasi savunuculuğu ve hakkaniyet, ne de hukukun üstünlüğü talebi beklenebilir. Ne de bir şehrin, ülkenin, bölgenin veya dünyanın ortak geleceği için kayda değer bir olumlu adım.