TiyatroAdam'ın yeni oyunu 'Einstein'ın İhaneti'

Erdoğan MİTRANİ Sanat
17 Şubat 2021 Çarşamba

Ünlü sinema ve televizyon adamı yazar-yönetmen Serdar Akar’ın çektiği bir dizide oynayan ve kendi tiyatrolarını oluşturmak isteyen konservatuar mezunu bir grup öğrencinin çabalarını desteklemek amacıyla süpervizörlüğünü yaparak kurulmasına 2007’de önayak olduğu, tiyatroadam, inançlarından ve öncü tiyatro anlayışlarından ödün vermeksizin, seçtikleri, doğru bildikleri yolda aynı azimle yürüyen az sayıda tiyatro topluluğumuzdan biri. 13 yıl boyunca birbirinden ilginç çalışmalarını izlediğimiz topluluk, bu kez farklı bir cesaret örneği vererek, pandeminin “dur!” demesine rağmen sezona, bu kez çevrimiçi de olsa, yeni bir yapımla girdi. Fransız romancı, oyun yazarı, film yönetmeni Eric-Emmanuel Schmitt’in bilim ve siyaset ilişkilerini irdeleyen, 2014’te yayınlanmış son oyunu ‘La Trahison d’Einstein / Einstein’ın İhaneti’, 29 Ocak’ta Moda Sahnesinin Sahneden Naklen programında ilk kez sahnelendi.

1960’da Lyon’da doğan, Ecole Normale Supérieure'de felsefe eğitimi alan, doktorasını Diderot ve metafizik konusunda yapan, ilk oyunu 1991’de sahnelenen, ilk romanı 1994’te yayımlanan Schmitt Türk sanatseverlerinin yabancı olmadığı bir isim. Romanı okuyup filmini de görmüş olduğumuz ‘İbrahim Bey ve Kuran’ın Çiçekleri’ni, sahnede izlediğimiz ‘Unutmak’, ‘Oscar ve Pembeli Meleği’, ‘Evlilikte Ufak Tefek Cinayetler’ ve ‘Don Juan'ın Gecesi’ oyunlarını yazmış, bazı oyunlarının sahnelenmesi için İstanbul’a gelip söyleşilere katılmış bir sanatçı.

Oyunun başında, 1934’te New Jersey’de göl kıyısında yaşayan orta yaşlı bir serseri, teknesi alabora olan bir adamı kurtarır. Beceriksiz denizci, yakınlardaki Princeton Üniversitesinde ders veren Amerika’ya sığınmış Nobel ödüllü Alman Yahudisi bilim adamı Albert Einstein’dır. Büyük savaşta 18 yaşındaki oğlunu, peşinden de işini ve karısın yitiren serseri hayatın sillesini yemiş bir yalnız adamdır. Farklı görüşlere sahip olmalarına karşın birbirlerine çabuk ısınan bu iki aykırı kişi 1934’ten 1955’e göl kıyısında buluşup konuşmayı sürdürürler. Einstein avare arkadaşına savaş karşıtı düşüncelerini aktarırken, bu tartışmaları uzaktan izleyen bir FBI ajanı, barışçıl ve özgürlük yanlısı Einstein’ın komünist bir ABD düşmanı olduğunu kanıtlamak amacıyla serseriyi sorgular. 1939’da, Nazilerin atom bombası imal etmelerinden endişe duyan Einstein, Başkan Roosevelt’e kendisinin bu bomba üzerine yaptığı çalışmaları anlatan ünlü mektubunu yazar. Roosevelt’in bu mektuptan yola çıkarak başlattığı Manhattan Projesi, Amerika’nın atom bombasını yapmasıyla sonuçlanır.

İki arkadaşın kimi zaman komik, kimi zaman karanlık, ama hep samimi tartışmaları izleyiciyi Einstein gibi dünyaca ünlü bir dehanın çelişkileri, başarısızlıkları ve üzüntüleri üzerinden 20. yüzyılın bilimsel ve siyasi tarihinde 21 yıllık bir yolculuğa çıkarırken, bazen mizahi, bazen şiirsel bir dille, yaşananların aracılığıyla varoluşu, insanlığı ve ilkeleri sorgular: Salt bilim politikaya karışmaksızın olanaksız mıdır? Hitler Yahudilere soykırım uygularken dindar bile olmaksızın kendini Yahudi hissetmemek mümkün müdür? Pasifist bir militan barışçıl amaçla ölümcül bir silâhın yapılmasına önayak olabilir mi? Kişi evrenin ve insanlığın en büyük hayranı iken, anlatıcısı ve destekçisi olduğu dünyayı yok edecek bilgiyi açıklayabilir mi?

Eric-Emmanuel Schmitt, zeki ve sağlam metninde, serseriyle bilim adamını birbirinin antitezi olarak değil, bilimi sağ duygunun ve dostluğun imbiğinden geçiren, insanlık hâlinin tamamlayıcısı bir ikili olarak ele alır. İkilinin antitezi, Amerikan siyasetinin absürt ve sığ bakış açısını simgeleyen FBI ajanıdır. ABD yönetimi, silahsızlanma çağrılarını durmaksızın tekrarlayan bu şiddet karşıtı bilim adamının bir hain, Almanya ya da Sovyetler adına çalışan bir casus olduğundan, bombayla ilgili bilgileri onlara aktaracağından şüphelenmektedir. Şüpheden öte bundan kesinlikle emindir de sağlam deliller peşindedir.

Almanların atom bombasını imal etmek için yeterli donanımları olmadığını öğrenen Einstein, hayal ettiği barışın Hiroşima felaketiyle geldiğini de gördüğünde müthiş bir yıkım yaşar. Oyun bu noktada mizahî bakışını bırakarak, bilimin tüm erdemlerinin yanında felâketlere de sebep olabileceğini tartışan, bilim adamının sorumlulukları üzerinde ciddi ciddi düşünen bir tonlama alır...

Oyunu Einstein’ı da canlandıran, tiyatroadam’ın deneyimli elemanı, Deniz Özmen sahneye koyarken, fikrini eksiksiz ve ustalıkla aktarmış olan yazarın metniyle oynamaksızın, neredeyse tamamı ikili konuşmalardan oluşan oyunun tüm yükünü gerçekten de usta işi yorumlanmış oyunculuklara vermiş. Özmen, Einstein’ın inançlarını ve ikilemini ustalıkla aktarırken, topluluğun bir diğer deneyimli oyuncusu Berk Yaygın, aynı ustalıkla serseriyi canlandırıyor. İkiliye parlak FBI ajanı yorumuyla, ilk kez Naz Erayda’nın ilginç ötesi doğaçlamalarında tanımış olduğum Süleyman Sucuoğlu sağlam bir destek veriyor.

Başarıyla sahnelenmiş, iyi oynanmış, iyi bir oyun. Canlı olarak sahnede izleyeceğimiz günleri beklerken, 26 Şubat 2021 ve sezon boyunca Moda Sahnesi Sahneden Naklen’de .       

     

 ‘Bir Kadın Uyanıyor’

                  “Uyanmak kavga etmek, hiç durmadan kavga etmektir kardeşim.
                                     Dinlenmek hakkım olsa da, uyumak haram.
                                              Bir gün yorulur vazgeçersem eğer,
                                                  Uyanışım da biter o zaman ”

 

 

Boğaziçi Gösteri Sanatları Topluluğu (BGST) çeyrek yüzyıldır, tiyatroadam gibi toplumsal sorunlara tavizsiz ve özgürlükçü bakışını sürdüren bir topluluk. Pandemi başlarında Sevilay Saral’ın farklı sınıfsal ve sosyal konumlara sahip kadınların izolasyonda yaşadıklarını ele alan Her Güne Bir Vaka videolarını İKSV Tiyatro Festivali için parlak bir tiyatro oyununa dönüştürmüş olan BGST, bu kez yine Saral’ın elinden çıkma daha eski bir metni tekrar sahneliyor.

Gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkılarak, öyküsü anlatılan karakterle, oyuncu ve yazarın ortak çalışmasının ürünü olan ‘Bir Kadın Uyanıyor’ önce sadece kadın seyircilere oynanan bir oyun olarak ortaya çıkmış. 45'inde, dul, iki çocuk annesi Alev, 15'inden 45'ine, çeyiz sandığında ne sakladıysa ortaya sererek, bugüne dek sadece kadınlara anlattığı ateşle imtihanını, ilk gençliğini, evliliğini, boşanmasını, yeniden kurduğu hayatını artık, kadın, erkek, hem kadın hem erkek, herkese anlatıyor. Ve soruyor: "Hayatı boyunca kaç kez uyanır insan?”

Sevilay Saral’ın yazıp yönettiği Metin Göksel’ın hareket yönetimini, Zilan Kaki’nin ışık tasarımını, Ayşan Sönmez, Nilgün Ilgıcıoğlu ve Özlem Pehlivaner’in dekor-kostüm tasarımını üstlendiği oyun hem mizahi hem de dramatik bir dille kadının toplum ve aile içinde karşılaştığı sorunları açık bir dille tartışan, bir kadının ilk gençliğinden, evlilik hayatına, eşi ve çocukları ile ilişkisinden boşanma ve kendi ayakları üzerinde durma sürecine ayna tutan bir çalışma.

Eğitimli olmasına karşın aşırı ‘prensip sahibi’ geleneksel aile yönetiminden varlıklı, giderek eşine ilgisi azalan doktor kocasının yönetimine geçen Alev’in, kadının sadece cahil ailelerde değil orta ya da üst orta sınıf eğitimli kesimde de değişmeyen yazgısı, bildiğimiz, yanı başımızda yüzlercesine tanık olduğumuz hikâyelerden pek farklı değil aslında. Ancak bir yandan Saral’ın metnini yaşanmışlık duygusu ve samimiyeti, diğer yandan Alev’e can veren Aysel Yıldırım’ın olağanüstü yorumuyla heyecan verici bir seyirliğe dönüşüyor.

Yeni uyanmış bir insanın mahmurluğuyla boş sahnedeki çeyiz sandığından iç çamaşırıyla çıkan Aysel, çağdaş bir meddah gibi, mendil yerine her zamana ve zemine uygun olarak değiştirdiği kostümleriyle kimi zaman tüm diğer karakterleri de canlandırarak öyküsünü, 90 dakika boyunca soluk almayı unutturarak izletiyor. Oyunculuğuyla, ses ve beden hâkimiyetiyle izleyiciyi hayran bırakırken, desenlerinden türkülerine ve danslarına, on parmağında on marifet bir sahne insanı olarak da seyirciyi şaşırtıyor.

Çok iyi sahnelenmiş, müthiş iyi yorumlanmış, çok sağlam bir metin. Defalarca izlenmeyi hak ediyor.

Oyun bittiğinde kamera, birkaç teknik eleman dışında bomboş salonu gösterdiğinde, içim bir tuhaf oldu. Artık çoğu can dostum, kardeşim, çocuğum olmuş tiyatrocu arkadaşlarıma onları ne kadar özlediğimizi, kendimizi tiyatrosuz nasıl eksik hissettiğimizi söylemiş olan bizlerin şikâyetlerinin seyircisiz kalmış tiyatrocunun yalnızlığının yanında ne kadar cılız kaldığını fark ettim.

 

ÖNEMLİ NOT: Moda Sahnesi’nin Sahneden Canlı kapsamında daha önce canlı olarak seyredip izlenimlerimi aktarmış olduğum ‘Köpek Kalbi’ (Küçük Salon) 18 Şubat’ta, ‘Zabel’ (BGST) 19 Şubat’ta, ‘Kapıların Dışında’ (Yolcu Tiyatro) 25 Şubat’ta, ‘Babamı Kim Öldürdü’ (Moda Sahnesi) 27 Şubat’ta, ‘Sevgili Arsız Ölüm – Dirmit’ (Hemhâl) 28 Şubat’ta ve ayda bir kez ‘Yeni Bir Şarkı’ ile ‘Bütün Çılgınlar Sever Beni’ ve ‘Balerin’ (Moda Sahnesi) olarak izlenebiliyor. Göremediyseniz hiçbirini kaçırmayın derim. İzledinizse de, hem karınca kararınca tiyatroya destek vermek, hem de online olarak oyuncularla birlikte sahnenin ta içine girmek için mutlaka izleyin derim.

Hepinize sağlıklı seyirler.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün