Banu Yalkut Breddermann'ın yönetmenliğinde ilham veren hayatlar: EROL GÜNEY VE BELLA ESKENAZİ

Geçtiğimiz günlerde 500. Yıl Türk Musevileri Müzesi, yönetmenliğini Banu Yalkut Breddermann´ın yaptığı ´Bella´nın Öyküsü´ ve ´Yaşamın Sürüklediği Yerde Erol Güney´in Öyküsü´ adlı iki belgeseli izleyicilerle buluşturdu. Türk aydınlanmasına katkıda bulunmuş bu iki özel insanın tanıklıklarından yola çıkarak; 1940-50´li yıllarda bu topraklarda hüküm süren siyasi-kültürel yapıyı mercek altına alan Yalkut Breddermann, filmlerinde Erol Güney ve Bella Eskenazi´nin yaşadıkları düş kırıklığıyla, her şeye rağmen bu ülkeye duydukları içten sevgiyi gözler önüne seriyor…

TUNA SAYLAĞ Sanat 1 yorum
24 Şubat 2021 Çarşamba

1982’den beri yaşamını Almanya’da sürdüren Banu Yalkut Breddermann’ın Erol Güney ile yolu Orhan Veli’nin ‘Erol Güney’in Kedisi’ şiirini okuduktan sonra kesişti. Uzun seneler gazetemizde yazan ve 2009’da hayatını kaybeden Güney, ne yazık ki filminin tamamlandığını göremedi. Çekimler sırasında, Güney’in baldızı Bella Eskenazi ile tanışan ve dost olan yönetmen yıllar sonra, uğruna Orhan Veli’nin şiirler yazdığı bu özel kadını da bir belgeselin öznesi yaptı. Yaşadıklarıyla barışık bu iki güzel insanı gelin Banu Yalkut Breddermann’ın ağzından dinleyelim…

   

Erol Güney                                                                                                         Bella Eskenazi

İki belgeselinizin kahramanları Erol Güney ve Bella Eskenazi’yi yakından tanıma fırsatı buldunuz; bu iki özel insanın birer portresini çizin desem neler söylersiniz?

Her ikisi de hayatlarının altüst olmasına, başlarına gelen tüm olumsuzluklara rağmen, dimdik ayakta durabilmişler. Gerçekçilikleri sayesinde, içinde bulundukları koşulları nesnel olarak değerlendirebilmişler. Gösterdikleri direnç sayesinde acılaşmadan yollarına imkânlar dâhilinde devam etme cesaretini göstermeyi başarmış olan, hayat dolu güçlü iki insan olarak tanımlayabilirim.

Bella ve Erol, genç Cumhuriyet Türkiye’sinde güzel günlerin yanı sıra hayal kırıklıkları da yaşadılar ve diğer gayrimüslimler gibi zor dönemlerden geçtiler. Buna rağmen Türkiye’ye olan sevgileri hiç azalmadı; bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Her ikisinin de devlet ideolojisini içleştirmiş insanlarla, buna karşı durmaya çalışan, mücadele veren insanlar arasında titizlikle ayırım yapma yeteneğine sahip, gerçek entelektüeller olduğunu düşünüyorum. Erol Güney'in belgeselinde de belirttiği gibi hiç bir şey ak ve kara değil. Genel akımdan görece bağımsız, eleştirel düşünce geliştirebilmek için gözlem yapmak ve kendi fikrini buna dayalı oluşturabilmek çok önemli. Eleştirirken de olumlu ve olumsuz yanları göz önünde bulundurarak, peşin hüküm vermeden ve radikalleşmekten kaçınarak bir duruş oluşturmak, çözüm üretebilmek olasılığı da sağlıyor. Bella da belgeselde, devlet memuru olamama konusunda, “Bu ayrımcı gerçeği kabul ettim” derken, bence bir teslimiyet ya da yenilgi göstermiyor. Toplumu ile ilişki kuracak başka yollar bularak, hiç kimseye yararı olamayacak, kendini tüketecek kişisel bir mücadeleye girmiyor. Çünkü ancak toplumun dönüşmesiyle bu durumun değişebileceğini biliyor. Ayrıca her ikisi de bana Türkiyelilerin şefkatli, saygılı, candan yanlarını sevdiklerini ve pratik çözüm bulabilme maharetleri nedeniyle günlük hayatı kolaylaştırdıklarını düşündüklerini belirtmişlerdi. Sanırım onlar gibi olayları farklı açılardan irdeleyebiliyorsanız,  güzel ve olumlu şeyleri de görebiliyor, tüm eleştirilerinize, kırgınlıklarınıza rağmen sevginizi, umudunuzu yitirmeyebiliyorsunuz. Umarım ben de onlar gibi bunu başarabilirim.

O zamanlardan bugünlere, azınlıklar açısından bu topraklarda neler değişti sizce?

Azınlık tanımlaması pek hoşuma giden bir tabir değil. Aslında bu toprak parçasında yaşamış olan ve yaşayan tüm kültürlerin taşıyıcıları bence buraların sahibi. Pek çok yerde de şimdi azınlık olarak tanımlanan gruplar daha önceleri ya çoğunluktaydı ya da hatırı sayılır bir nüfusları vardı. Ama Türk-Sünni kesimini memleketin hakiki sahibi, hâkimi olarak tanımlayan bu milliyetçi ideolojiye dayanan cumhuriyetin de devlet politikasının hedeflerinden biri Osmanlı’dan başlayan Türkiye'nin homojenleşmesini sürdürmek oldu. Bu süreçte azınlık olarak tanımlanan grupların da yaşam alanlarını çeşitli şekillerde kısıtlayarak, göçe zorlayarak, İstanbul ve İzmir gibi bir, iki kentte sıkıştırarak, gerçek azınlık haline getirdiler. Bu süreç zannedersem Tanzimat dönemlerinden başladı ve ivme kazanarak bu günlere kadar geldi. Çok uluslu bir İmparatorluktan, 19. yüzyılda Avrupa'dan gelen milliyetçi akımlar ve tek ulusa dayanan devlet modeli tüm bölgeyi altüst etti. Kültürel ve ekonomik altyapılar büyük darbeler aldı. 1800'lerden de başlayan ve 1915, 1934, 1942, 1955 gibi Müslüman olmayan halka karşı girişilen tasfiye hareketlerini göz önüne alırsak, bu felaketin boyutlarını daha iyi görebiliriz sanırım. Ankara'dan bir örnek vermek isterim. Ben 1952 doğumluyum. Benim çocukluğumda bile Ankara'da büyük sayılabilecek bir Yahudi nüfusu vardı. Ayrıca Ermeni nüfus da vardı. Bizim sadece komşularımız Yahudi değildi. Aynı zamanda Kızılay'da alışveriş yaptığımız mağazaların neredeyse tümü Yahudi idi; Şık Düğme, Şen Triko, Cici Bebe gibi daha pek çok mağaza vardı. Küçükken bazen halam ve annemin beni Şık Düğme'ye yönlendirdiğini, oradan yün, düğme, iplik vb. örnekleri getirdiğimi, sonra da onların beğendiklerinden alıp geldiğimi anımsıyorum. Esnafla müşterileri arasında böyle samimi bir güven ilişkisi de vardı. Biz Yenişehir'de otururduk. Tarihi Ankara taraflarına da pek yolumuz düşmezdi. Ayrıca da şehrin cumhuriyetten sonra kurulan bu kısmında henüz ne camii, ne sinagog, ne de kilise vardı. Hepsi eski yerleşim yerlerindeydi ve oldukça mütevazı yapılardı. Zannedersem 7-8 yaşlarındayken babam beni Ankara'daki Yahudi mahallesine götürmüştü. Mahalle evleriyle, sinagoguyla çok hoşuma gitmişti. Bir de İbranice harfler bende büyük bir merak uyandırmıştı. Mahallenin girişinde ilk kez Ankara’da bir de hamam görmüştüm. Babam bana Yahudi mahallesinin çok ama çok eski olduğunu, belki bin yıldan da eski olduğunu anlatmıştı. Oralar çok hoşuma gitmişti. Bazen babamla Samanpazarı'na, Hamamönü'ne, Yahudi Mahallesine gezmeye giderdik. Bizim yaşadığımız yerlere göre çok daha yoksul yerlerdi. Çocukluğumun geçtiği Ankara'da her sınıftan Yahudi varken, şimdi hiç kaldı mı bilmiyorum. Bella'nın da söylediği gibi maalesef memlekette felaketlere yol açan bir gâvur kavramı var. Mesela 60'lı yıllarda her Kıbrıs sorunu ortaya çıktığında tüm Müslüman olmayan vatandaşlara yapılan taciz olaylarını çok iyi hatırlıyorum. Yani 6-7 Eylül olaylarının küçük çapta olanı süre geldi.

Derken her şey o kadar değişti ki, ne güzel bahçeli evleriyle Ataç Sokak kaldı, ne de sakinleri. Neredeyse hepimiz yaşam alanımızın giderek yok olduğu Ankara'dan göçtük. Belki bin yıldan da eski, onca yıl direnmiş olan Yahudi Mahallesi de yok oldu. Ankara'nın tarihi neredeyse yeniden sadece Türk-Sünni nüfusun yaşamış olduğu bir kent olarak yazılacaktı. Neyse ki şimdilerde araştırmalar var, bu konu da seslerini çıkaranlar var. Ama uzun müddet bir sessizlik hâkimdi. Ben, sorulduğunda, değişik çevrelerde çocukluğumdan söz ederken, Ataç Sokak’tan, Kızılay'dan, Yahudi Mahallesi'nden bahsettiğimde neredeyse bana inanan olmuyordu, Ankara Yahudi nüfusunu abarttığımı sanıyorlardı. Şimdilerde Müslüman olmayan nüfusun hemen, hemen tümü, Anadolu'dan ve Trakya'dan tasfiye edildiğinden ya da göç etmek zorunda kaldığından, neredeyse yalnızca İstanbul ve İzmir'e yaşar oldular. Ve artık nefes almanın bile güçleştiği Türkiye'de sayıları giderek azalmaya devam ediyor.

“Bella tüm yaşamıyla bu topraklara mal olmuş biri”

Bella, Yüksek Köy Enstitüsünde çalışmış, sanırım tek Yahudi idi, işi ile ilgili adı TBMM’de tartışılmış, yolu Cumhuriyet’in en ünlü edebiyatçılarıyla kesmiş çok özel bir kadın; sizce öyküsüne gösterilen ilgiyi nasıl karşıladı?

Sevinçle karşıladı. Belgesele ilgi ve olumlu yorumlar onu memnun etti. Belgeselde de gördüğümüz gibi iki insan karşılaştığında etnik ve dini kimlikler ilişkilerinin kurulup, gelişmesinde asli bir rol oynamıyor. Bella, öğrencileri için sevgili öğretmenleriydi. Herhangi bir Yahudi kızı değil. Çok uzun yıllar da bazılarıyla görüşmeye, yazışmaya devam etti. Orhan Veli'nin şiirleriyle olsun, kurduğu dostluklarla olsun, aslında tüm yaşamıyla Bella bu topraklara mal olmuş bir kişi. Belgesel yoluyla seyirciye yolladığı mesajların yerini bulduğunu düşündü. Ayrıca Bella, insanların geçmişleriyle yüzleşmesinin, içinde bulundukları durumun nedenlerini kavramasına yardımcı olan bilgilere ulaşmasının, bazı şeyleri unutmamasının, iyileştirici ve yararlı olduğuna inanıyor, en azından bazıları için.

Güney ve Eskenazi’nin şahsında, biri TRT ödüllü bu iki filminizle, ülkenin hafızasına bir iz bırakmanın dışında izleyenlere ne iletmek istediniz?

Yaşlılıktan korkmanın yersiz olduğunu… Her canlının dünyada sadece belli bir süre kalabilme olanağı var. Yaşamımızın her evresi değerli. Yeter ki bizler bunu anlayalım, Bella gibi, Erol gibi…

Bella’nın bildiği birçok dil yanında Türkçe aksanı da son derece güzel, bu özelliği yaşıtlarında görmek pek olası değil; kendisi halen İspanya’da yaşıyor, buraları özlüyor mu?

Evet, Bella memleketini çok özlüyor. Her yıl kızı Karen'le senenin iki-üç ayını İstanbul'da geçiriyordu. Şimdi daha uzun İstanbul'da kalmak istiyor. Ama korona nedeniyle getirilen kısıtlamalar sonucu Barselona'dalar. Ben de yanlarına gitmek istiyorum ama şu an imkânsız. Şimdilik internetle yetinmek zorunda kalıyoruz. WhatsApp ve Zoom'dan sık sık görüşüyoruz. Bella'yı İstanbul'a götüremeyince online ufak bir İstanbul atmosferi yaratmaya çalışıyoruz. Bella bildiği her dili Türkçe gibi özenle, son derece güzel konuşabiliyor.

Ankara’da doğup büyüdünüz; Ataç Sokak’ta büyüyen küçük Banu, Yahudi komşularını nasıl bilirdi?

Saygılı ve cana yakın olarak hatırlıyorum. Böyle çok kültürlü, sevecen bir ortamda büyümüş olduğumdan dolayı kendimi çok şanslı addediyorum.

Gündeminizde yeni projeler var mı?

Henüz somut bir projem yok. Eğer imkânım olursa İsrail’de, Ankaralı hemşerilerimi bulmak ve onlara ilişkin bir belgesel yapmayı çok isterim.

Bildiğiniz gibi etnoloji, dinler tarihi ve felsefesi okudum. Etnoloji bitirme tezim Ezidiler üzerineydi. 2014'te IŞİD'ın saldırısı sonucu uğradıkları felaket nedeniyle Almanya’ya büyük bir Ezidi göçü oldu. Dinleri, kültürleri hakkında fazla bir bilgi yok. Benim de tez konum olduklarından epey materyal biriktirmiştim. Erol Güney'in ve Bella'nın belgeseli burada da büyük ilgi gördü. Bu nedenle Ezidileri tanıtan bir belgesel hazırlamam konusunda da teklifler geliyor.

Zannedersen pek çok insanda o umut dolu dönemlere bir özlem var.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün