•Son 20 yılda kanser oranı 12 kat arttı, her beş kişiden biri kanserle mücadele ediyor. •Son 20 yılda diz rahatsızlıkları yüzde 65 arttı, her beş kişiden ikisi diz rahatsızlıklarından şikâyetçi. •Son 10 yılda depresyon yüzde 18, son beş yılda antidepresan kullanımı yüzde 27 arttı, her 20 kişiden biri depresyonda. •Son 10 yılda obezite yüzde 33 arttı, her beş kişiden biri obez.
Teknolojinin bu kadar geliştiği, seçeneklerimizin çok olduğu, bilgiye, sanata, kültüre çok rahat ulaşabildiğimiz bu çağda fiziksel ve psikolojik sağlığımızın hızla bozulması çok dikkat çekici değil mi?
Her şeyin ihtiyacımızdan fazla olması aslında bir sorun ve bu sorun sağlığımızı bozuyor.
Bizi hasta eden zincirin başlangıç noktası; çok fazla seçenekle karşı karşıya olmamız. Market alışverişinde, kıyafet alırken, teknolojik bir alet alırken hatta hayatımıza alacağımız kişiyi seçerken bile önümüzde sürekli bir şık beliriyor. Tıpkı çoktan seçmeli bir test gibi. Şıklar çoğaldıkça daha çaresiz hissediyoruz. Bazılarımız kendimizden çok eminiz ve ne istediğimizi iyi biliyoruz. O yüzden karar verirken zorlanmıyoruz. Ancak diğerleri. Toplumun çoğu karar vermekte güçlü çekiyor ve verdiği karardan mutsuz oluyor ya da her şeye sahip olma içgüdüsüne yenik düşüyor.
Sağlığımızı bozan zincirin ikinci halkası da aşırı çalışmamız. Her şeye sahip olmaya güdülenmiş, elimizdekilerle mutlu olamayan biz; aşırı çalışıyoruz. Dünyada en uzun mesai saatleri Türkiye’de. Aşırı çalışmamız genelde aşırı hareketsizliğe sebep oluyor. Aşırı hareketsizlik ortopedik rahatsızlıkları beraberinde getiriyor. Vaktimizin çoğunu iş yerinde geçirirken beslenmemize dikkat edemiyoruz. Genelde bütün gün yemek yemeyip kahve ve sigarayla idare ediyoruz. Gece geç saatte yemek yemeye vakit bulduğumuzda da aşırı sağlıksız şeyleri aşırı miktarda tüketiyoruz. Bu yaşam şekli kansere zemin hazırlıyor. Fazla çalışmak aynı zamanda ilişkilerimizi de olumsuz etkiliyor. Bütün günümüzü işte geçiren biz; ilişkiler için emek ve zaman harcamamayı tercih ediyoruz.
Mobil uygulamadan bir parmak hareketiyle vakit geçirecek bir insan seçiyoruz. Duygusal bağ kurmadan yaşadığımız günübirlik ilişkiler bizi bencilliğe sürüklüyor. Evliysek de eşlerimiz için emek harcamaktan kaçınıyoruz. Bunun sonucunda biriyle kaliteli vakit geçirmeyince, ona sarılmayınca, duygusal bir yatırım yapmayınca beynimizde salgılanan sevgi ve şefkat hormonu diye bilinen oksitosin hormonumuz azalıyor ve depresyona giriyoruz. Depresyondayken kendimizi aşırı mutsuz hissediyoruz. İşe hiç gitmemeye, hiç yemek yememeye ya da aşırı yemeye; hiç uyumamaya ya da aşırı uyumaya başlıyoruz. Yine aşırı belirtiler gösteriyoruz. Sonrasında da genellikle antidepresan kullanmaya başlıyoruz. Kendimizi biraz daha iyi hissedince döngümüze yeniden başlıyoruz.
Peki, bu hep böyle mi gidecek?
Hayatı nasıl yaşayacağımız neyi ne kadar tüketeceğimiz bizim elimizde. Bize sunulan her şeye sahip olmak, tüketim odaklı yaşamak zorunda değiliz. Herkesin kullandığı arabaya binmek, herkesin giydiği markayı giymek, herkes gibi günübirlik ilişkiler yaşamak zorunda değiliz. Bunu nasıl başaracağız?
Tüm bunları yaparken bizi olumsuz etkileyen sosyal medya ve televizyon gibi dış uyarıcılardan arınmamız ve iç benliğimize eskisinden daha çok kulak vermemiz işleri kolaylaştıracaktır