İkisi de Belçika’nın Flaman kesiminden, ikisi de1958 doğumlu. 1980’de arkadaşlarının verdiği bir partide karşılaştıklarında ikisi de üniversite öğrencisiymiş. Tanıştıkları ilk günden beri beraberler, 2004’ten beri de resmen evliler. Uzun beraberliklerinin başından beri birlikte çalışıyorlar.
Yenilikçi ve aykırı sahnelemeleriyle, yaşayan en önemli yaratıcı tiyatro yönetmenlerinden biri olarak görülen Ivo Van Hove, 2002’den beri Hollanda’nın ünlü tiyatrosu Toneelgroep Amsterdam’ın genel sanat yönetmeni. Yönettiği oyunların sahne ve ışık tasarımlarını da hayat arkadaşı Jan Versweyveld üstlenmiş. An D’Huys da, oyunların kostüm tasarımını yaparak sacayağını tamamlıyor.
Üçlünün elinden çıkan olağanüstü Visconti uyarlaması ‘Les Damnés’ ve çok başarılı lirik tiyatro çalışmalarından ‘Boris Godunov’ ve ‘Don Giovanni’ operalarından daha önce söz etmiştim. İnternette buldukça ara ara yaptıkları işleri aktarmayı sürdüreceğim.
Bu yazımda ilk kez 2014 yılında Londra’nın Young Vic tiyatrosunda sahneye koydukları ‘A View from the Bridge / Köprüden Görünüş’ oyununa ait izlenimlerimi paylaşmak istiyorum.
Ivo Van Hove, Arthur Miller’ı yeniden yazıyor
‘A View from the Bridge / Köprüden Görünüş’
20. yüzyılın en önemli yazarlarından Arthur Miller (1915-2005), avukat arkadaşı Vincent Lonhgi’den duyduğu gerçek bir olaydan, bir liman işçisinin Amerika’ya kaçak olarak giren bir akrabasını, yeğeniyle nişanlandığında göçmen bürosuna ihbar etmesinden yola çıkarak, 1955’te ‘A View from the Bridge / Köprüden Görünüş’ adlı tek perdelik bir oyun yazmış.
Miller, 1950’li yıllarda, Brooklyn Köprüsünün tam altında, İtalyan kökenli Amerikalıların çoğunlukta olduğu Red Hook’da geçen bu trajik öyküyü bir Yunan tragedyası gibi tasarlamış, hatta tragedyanın korosu olarak, oyun başlar başlamaz seyirciyle birebir konuşan, öyküyü anlatan, izleneceklerinin ipuçlarını veren avukat Alfieri karakterini yaratmış.
Oyunu New York prömiyerinden bir yıl sonra Londra’da yönetmek isteyen Peter Brook, tek ekmek kapısı rıhtımda çalışmak olan göçmenler için, zor bulunmuş işlerinden her an kovulabilme korkusunun, ‘Amerikan Rüyası’nı ‘Amerikan Karabasanı’na dönüştürmesini de irdeleyen metnin trajik boyutunu geriye çekerek daha gerçekçi bir temele oturtmak istemiş, Miller, bu tiyatro dehasının yorumunu mantıklı bularak, Brook’la birlikte ‘A View from the Bridge’in günümüzde sahnelenmekte olan iki perdelik versiyonunu geliştirmiş.
Günümüzün bir başka tiyatro dehası Ivo Van Hove, bu iki metni uyarlamak amacıyla ele aldığında, Arthur Miller’ın ilk, tek bölümlük tragedya versiyonunu kendi duyarlılığına çok daha yakın bularak yorumlamaya karar vermiş. Özellikle yorumlamak dedim, çünkü Arthur Miller’ın tematiğine ve anlatısına sadık da kalsa, Van Hove’nin elinde ara vermeden iki saat süren ‘A View from the Bridge’, yarattığı acımasız ve huzursuz atmosferle, oyun bittiğinde izleyicilerin de karakterlerle aynı tükenmişliği yaşadığı ürkünç bir deneyime dönüşmüş.
Önce öyküyü hatırlayalım:
Liman işçisi Eddie Carbone (Mark Strong), Red Hook’da, karısı Beatrice (Nicola Walker) ve çocukluğundan beri üzerine titrediği, babadan çok babalık ettiği karısının yeğeni Catherine’le (Phoebe Fox) yaşamaktadır. Beatrice’nin kuzenleri Marco ve Rodolpho, savaş sonrasında işsizliğin açlık sınırını aştığı, harabeye dönmüş İtalya’dan kaçak olarak gelerek Eddie’nin evine sığınırlar. Marco’nun (Michael Zegen) amacı biraz para kazanır kazanmaz İtalya’daki ailesine dönmek, genç, yakışıklı, bekâr kardeşi Rodolpho’nun (Luke Norris), niyetiyse, fırsatlar ülkesine demir atmaktır. Catherine ile Rodolpho arasında ilk karşılaşmada başlayan çekim aşka dönüştükçe Eddie, baştan beri hazzetmediği bu “sarışın, dikiş dikmeyi, yemek pişirmeyi bilen, şarkı söyleyen” genç adama düşmanca davranacak, Güneyli İtalyan tutuculuğu gibi görünen baskının altında, kendisine bile itiraf edemediği takıntılı tutkusu giderek su yüzüne çıkacaktır. Tüm engelleme çabalarına karşın, Catherine Rodolpho ile evlenmeye kalkıştığında önlenemez takıntısı onu Marco ile kardeşini göçmen bürosuna ihbar etmeye kadar götürecektir. Sicilya kökenlilerin namus kavramında muhbirlik, en aşağılık, en onursuz, ancak kanla temizleyebilecek affedilmez bir günahtır...
Oyun, Jan Versweyveld’in yarattığı bomboş, ama ferahlatmaktan uzak, boğucu bir hapsedilmişlik duygusu veren kare bir mekânda geçer. Bir boks ringini anımsatan bu çıplak mekân fonda, Alfieri’nin, Eddie’nin karanlık birer tünele benzetmiş olduğu bakışlarını anımsatan ürkünç bir karanlığa açılır. Seyirciler tiyatronun hem salonunda hem de sahne içinde, karenin sağında ve solunda oturtulduklarından olaylar onların ortasında gelişir. Mekânı damıtılmış soyutluğu, anlatıyı natüralist yapısından tamamen arındırarak ona zamansız ve evrensel bir boyut kazandırır.
Perde Fauré’nin Requiem’inin korosu eşliğinde, bir tabut kapağı gibi açıldığında, Eddie ve arkadaşı Louis (Richard Hansell), zorlu bir iş gününü ardından duş yapmaktadırlar. Işık tasarımını da üstlenmiş olan Jan Versweyveld’in koyu kırmızı bir alacakaranlıkta yansıttığı bu yıkanma sahnesi, ölümcül oyuna girmeden önce gerçekleşen bir arınmayı simgelerken, sahneye giren anlatıcı avukat Alfieri’nin (Michael Gould) düşünceli monoloğu bitene kadar, Mark Strong’un benzersiz beden dili kaslı maço Eddie’nin nasıl bir adam olduğu ortaya çıkarır.
İzleyici artık kendini Eddie’nin heyecanını tüketmiş evliliğinin ve yeni yetme yeğenine olan takıntılı tutkusunun içinde bulur. Oyunun başlarındaki kilit sahnede Catherine, eve dönen Eddie’nin kucağına atılarak bacaklarını beline sarar. Beatrice, ikilinin son derece doğal bulduğu bu aşırı yakınlığı, huzursuz ve acılı bir bakışla süzer. Rahat ve rahatlığıyla alışılmış olduğu duyumsanan bu sarılma 10 yaşında bir çocukla amcası arasında normal ve hatta sevecen görülse de, kadınlığa adım atmak üzere olan bir ergenle olması müthiş rahatsız edicidir.
Gerilim atmosferi hissediliyor
Van Hove, olaylarla değil, konuşmaların satır aralarında hissettirdikleriyle, gerilimi izleyicinin tahammül sınırını zorlayarak arttırır. Müthiş çarpıcı bir başka kilit sahne de tamamen sıradan günlük konuşmaların yapıldığı kısa bir bölümdür. Her an patlamaya hazır görünen, kişiler arasındaki gerilimin giderek arttığı ortamda, yüzlerdeki huzursuz ifade, her cümlenin ya da cümle parçasının duraksayarak söylenişi, her tümcenin ardından gelen upuzun sessizlikler, sık sık duyulmaya başlayan bir saatin tik takları katlanılmaz bir atmosfer yaratır. ‘A View from the Bridge’, ilk anından beri hissettirilen, şiddetin erişeceği trajik boyunun önlenemeyeceğinin, durdurulamayacağının hem şiirsel hem de ürkünç bir simgesi olarak, açılıştaki duşun bir tür antitezi olarak gelişen olağanüstü bir kan yağmuru ile sona erer.
Oyuncuların birbirinden etkileyici müthiş yorumlarına gelirsek, başta Mark Strong, Eddie’nin bastırılmış arzularını, dizginlemeye çalıştığı yıkıcı öfkesini, karısına karşı ilgisizliğini bile tartışamayan dengesiz eril kişiliğini ışıltılı bir yorumla aksettirir. Olaylar geliştikçe bakışları yoğunlaşır, donuklaşır, içinde kaynayan şiddete karşın kaya gibi sert ve hareketsiz durur, sanki göz kırpmayı bile bırakır, Rodolpho’ya boks öğretirken belden aşağı bir vuruş yaparak, işler çığırından çıkmaya başladığında önce Catherine’i, peşinden kollarını sıkı sıkı tuttuğu Rodolpho’yu dudaklarından öperek ürkünç ve adi olmaktan çekinmeksizin gücünü göstermeye çalışır. Van Hove’nin oyuna katmış olduğu bu öpüşme, Eddie’nin kişiliğine aykırıymış gibi dursa da, aslında bu davranış, arzularının vahşetine kapılmış, erkekliğine meydan okunmuş bir adamın kendi kendisiyle yabancılaşmasının yansımasıdır.
Nicola Walker, yeğenine olan sevgisiyle, kocasının artık kendisinden esirgediği sevgiyi verdiği bu çocuk kadına kıskançlığı arasında kalmış Beatrice’yi, uzun süre yaşananları görmezden gelmeye çalışmış, ama aslında hep farkında olduğu gerçekler yüzünden tükenmiş bir kadını olarak ustalıkla canlandırır. Umut dolu gülümsemesiyle korku ve çaresizlik dolu yüz ekşitmesinin arasındaki farkın giderek yok oluşunu ve sonunda her iki ifadenin birleşmesini aktarması çok başarılı.
Luke Norris, romantik İtalyan gencin nazik ve sevecen yanını ortaya çıkarırken, başarıyla Eddie’nin tüm imalarına karşın “straight” bir Rodolfo canlandırır. Aile babası, sevgi dolu ağabey Marco olarak Emun Elliott kusursuz. Bu müthiş incelikli adamın, sadece bir sandalyeyi ayağından tutup kaldırarak Eddie’yi alt edebilecek gücü ve affetmezliği yansıtması ise müthişti.
Phoebe Fox, Catherine’nin çocukluktan kadınlığa geçişini, gerçekle karşı karşıya kalma şaşkınlığını çok iyi verir. Tragedyanın korosu Alfieri’de Michael Gould, hikâyenin ‘vicdanı’ olarak dört dörtlük bir yorumla karşımızda.
Sonuç olarak Ivo Van Hove’nin yazılışından 60 yıl sonra yeniden yarattığı bu ‘A View from the Bridge’, bir uyarlama ve yorumlama dersi olarak tiyatro tarihine geçecek, kanımca günümüzden 60 yıl sonra da kendinden söz ettirecek bir çalışmadır. İnternette, NTLive kapsamında bulunabiliyor. Kaçırmayın derim.
Hepinize sağlıklı seyirler dilerim.