Asırlarca on binlerce Yahudi´nin canına mal olmuş Hıristiyan menşeli kan iftirası, Osmanlı tarafından fermanlarla yasaklanmıştı… Avram Galante´nin 120 sene önceki konu ile ilgili anlatısının Fransızcadan çevirisi şu şekildedir:
Arşivlerin Özel Muhaberatı
ASYA TÜRKİYESİ
Rodos, 1 Kasım
İzmir Ağır Ceza Mahkemesi’nin Önündeki Anesti Dâvası ve Mücadele Edilen Kan İftirası. Tüm dava, aşağıdaki temele dayanmaktadır:
Mahkeme, dava edilenleri, muhakeme edilmiş olarak, kamu düzenini bozmak istemekle itham edilerek mahkûm etmek istemektedir; savunma da bunun aksini ispat etmek için uğraş vermektedir, başka bir deyimle, gerçekte ne vuku bulduğunu anlatarak. Çünkü itham edilen 49 kişiden biri oy birliğiyle beraat etmiş, 36’sı ekseriyetle beraat etmiş ve diğer 12’si de yedi buçuk ay hapse mahkûm edilmişlerdir.
İzmir basınında sorunun kaynağı olan ve Sainte Photine Kilisesinin çanı nedeni ile ‘Çan Davası’ olarak tanınan bu davada daha da tuhaf olan, itham edilenler beraat etmeye zorlanırken Yahudilere iyilikte bulunuldu ve ritüel cinayet iftirası da önemli ölçüde mahkûm edildi; zaten bu müteakip savunmalarda görülecektir.
Ancak buna gelmeden saygıdeğer okurlarım, şunu ilave etmeme izin versinler; şayet birisi günün birinde Çan Davasının günlük İzmir Türk ve Rum matbuatında ayrıntılı olarak neşredilen öyküsünü yapmak istiyorsa, Hidayet adındaki 1748 no’lu ve 30 Temmuz 1901 tarihli şu değinmeye önem vermesi gerekecektir:
“Çan Davasında, Nea Smyrni’nin haricinde İzmir Rum basını ve özellikle ‘Amalthe’ gazetesi, gerçeğe aykırı tezvirat yayınlamaktadırlar.”
Bu ikaz burada tekrar edilmektedir ve bir gün Rumca metinlere istinaden bu olay hakkında yazmak isteyen herhangi bir kişiye hitap etmektedir.
Savunmadan bazı alıntılar
İtham edilenleri savunurken, avukat Cevfle Nevzat Bey (Müslüman), savunmasının önemli kısmını ritüel cinayet masalına ayırmaktadır, aşağıdaki gibi kendini ifade etmektedir.
Bir Rum çocuk ortadan kaybolmakta, ahali tahrik olmakta, çoğunluk artmakta, bir Hıristiyan çocuğun Yahudiler tarafından dini bir amaçla kaçırıldığı söylentisi yayılmakta, halk galeyana gelmekte, kendine aydınlanmış diyen sınıfın büyük bir kısmı, yirminci yüzyılın zayıf bireylerinde yer etmeye devam eden bu karanlık önyargıya inanmaktadır.
Burada Musa’nın dininin ve beşeriyetin ruhuna karşı olan karanlık bir fikirden bahsetmek bana çok tuhaf gelmektedir. Ama bunu yapmadan da, tüm unsurları mahfuz tutarak şunu ifade etmek isterim ki, ne Hıristiyan vatandaşlarımızı ne de genelde Hıristiyanları hiçbir zaman hedef almadım; ama onların ve Müslümanların da arasındaki bu meşhur cehalet ürününe inanç besleyenleri hedef aldım ve hedef alıyorum.
Bugünlerde maalesef çok yaygın olan bu fikir, aslında şunlardan ileri gelmektedir:
Beşeriyetin henüz bertaraf edemediği bir önyargıdan;
Bir Fransız’ın, Tunus’ta, Pesah’ın yaklaşmasına tesadüf ederek ortadan kaybolmasıyla birlikte, bu kaybolmanın Avrupa basını tarafından yapılan yorumu.
İftiranın kökeni çok eskilere dayanmakta ve bizlere nesilden nesle aktarılmıştır ve kim bilir Yahudi halkı arasında nice kurbana neden olmuştur.
Bu kör inancın sonucu olarak, hemen hemen dünyadaki tüm Yahudilere ıstırap çekmek düşmüştür.
Fréderic’in hükümdarlığı döneminde üç çocuk, Viyana’da donan bir gölde boğuldular. Bütün araştırma bir netice vermediğinden, bunların kaybının sorumlusu olarak suçlanan Yahudilere çatılır ve bu zavallılardan 300’ü canlı olarak yakılmaya mahkûm edilirler. Bu korkunç infazdan sonra yaz gelir, gölün buzu çözülür ve güneşin ışıkları boğulmuş olan üç çocuğun cesetlerini aydınlatır.
Şayet buna benzer tüm olaylardan bahsetmemiz istenseydi, bu zavallı Yahudiler hakkındaki ithamları ve yargılanma prosedürlerini belirten ciltler dolusu malzemeyi oluşturabilirdik.
Türkiye’de dahi, beş asır bile geçmemiştir ki, Sultan Süleyman zamanında ilk ritüel iftira vuku bulmuştur. Amasya kentinde bir Hıristiyan, bir Yahudi’nin evine sızar ve ortadan da kaybolur. Genellikle olduğu gibi, Yahudiler itham edilir ve onlara o dönemde uygulanan işkenceler tatbik edilir. Bunlar, kendilerine yapılan işkencelere tahammül edemeyerek işlemedikleri bir suçu işlediklerini itiraf ederler ve bu şekilde de bu zavallılardan birkaçı ölüme mahkûm edilirler. Kısa bir müddet sonra o Hıristiyan, Amasya’da ortaya çıkar.
Bu olay, Osmanlı hükümeti için bir ders olmuştur ve o zamandan beri Yahudiler asla böyle bir suçlamayla mahkûm edilmemişlerdir. 1840’ta Şam’da bir rahibin ve Rodos’ta da bir çocuğun ortadan kaybolması, çok kargaşaya neden oldu ve duruşmaların sonunda Yahudiler beraat ettiler; bunun üzerine de Sultan Abdülmecid, 12 Ramazan 1256 tarihinde imparatorluğun Hatt-ı Şerif’ini yayınlayarak kan iftirasını boş ve değersiz olarak ilân etti.
Bu meşhur itham İzmir’de ilk kez olarak yer almadı; bu üçüncüsüdür. İlk ikisi, 50 yıl kadar bir aradan evvel cereyan etmişti ve de birincisinde ortadan kaybolan, bir Fransız idi.
Kan iftirası ile şiddetli bir şekilde mücadele edilen, tüm dünyayı hayrete düşüren Korfu’daki Tiza-Eszlar meselesini hatırlamıyor musunuz?
Ancak birkaç yıldan beri bu kan iftirasının tekrar gündeme gelmesi ve herkese bilinir kılınması nereden ileri gelmektedir? Bu, maalesef Avrupa’da öyküler ve efsanelerden dokunmuş bu büyük yalana gerçek bir şekil kazandırmak için uğraşan insanların mevcudiyetinden kaynaklanmaktadır. Ancak medeni dünya, artık bu insanların beşeriyet için zararlı olduğunun, kitlelerin cehaletinden yararlanarak ve Yahudilerin karşı safında bulunarak nemalanmaya çalıştığının bilincine varmıştır.
O zaman belki de şayet bu cinayet ritüeli bir efsaneyse, bunun nasıl oluştuğu sorgulanacaktır.
Bütün dünya, Kutsal Kitap’ın ve Yahudilerin diğer kitaplarının kana karşı büyük bir tiksinti sergilediğini bilir; nitekim Yahudiler, eti, tüm tadı gidene dek yedi kere yıkarlar, diş etlerindeki kan sızıntısına bulaşmış bir ekmek lokmasını bile saf olarak telâki etmezler ve zemine düşmüş bir kan damlasını toprak ile örterler. Musa onlara, resmi bir çekince talimatı vermiştir ve onlar da buna kesinlikle uyarlar.
Bir İsrailoğlu’nun putperest bir hizmetkârı olduğunda; bu kişiye ilk öğütlenen, onun hiçbir zaman kan içeren yiyecekler yememesiydi.
Bütün bunlardan sonra, hiçbir zaman gelişmenin ve medeniyetin yolunda yürümeye son vermemiş olan tüm bir ulusa nasıl böyle kaba ve rezil bir iftira atfedilebilir?
Tarih, bize bu ikilem için bir çözüm vermektedir.
Geçmiş zamanlarda halklar birbirlerini en vahşi ve en ayıp iftiralar ile suçlarlardı. Yahudileri ritüel cinayet suçu ile itham etmeden evvel, Hıristiyanlar suçlanırdı. Neron’un döneminde yüzlerce Hıristiyan kıyıma uğramış ve infaz edilmiştir; nedeni de Kilise’nin mekânlarında Hıristiyan kanı sunmalarıydı.
Daha ileri gitmenin anlamı nedir ki? Boxerlerin isyanı, Avrupalıların dinsel törenlerinde insan kanı kullanmaları fikrine müstenit değil midir?
Ve ne zaman ki bu ışık asrında Avrupa’nın bu korkunç iftiraya itibar ettiğini görmekteyiz; medeniyetin sadece bir kâğıt parçasına yazılı bir kelime olduğunu söylememize izin veriniz.
Bu ithamın kökeni, kısmen Yahudilerin Pesah’ın ilk iki akşamında şarap kullanmalarıdır; bu süre zarfında bu insanlar, birçok evde bir araya gelmiş gruplar olarak, dinsel seremonileri kutlarlar. Bu seremoniler, yabancıların merakını celp eder ve kısmen de Ortaçağ’ın din savaşlarında Yahudilerin ülkelerden kovulmalarını tetiklerdi.
Bu savaşlar ve kovulmalar, Yahudilerin baskılara daha iyi karşı koyabilmelerini ve lüzumu halinde birbirlerine yardım edebilmelerini sağladı ve bu da, iki başlıca ilkenin doğmasını sağladı:
Dayanışma açısından daima bir arada olan Yahudiler, kendilerini ticaret ve finansmandaki yeteneklerine odakladılar ve kısa bir zaman içerisinde de beşeriyetin bu iki branşının yetkili temsilcisi oldular. Yahudiler, Ortaçağ’ın tüccarı ve bankeri oldularsa; bu şartların onları zorlamış olmasındandır: Zira tüm zanaat ve meslekler onlara kapanmıştı.
Kendi açısından ise Avrupa, baskı altında tutulan bu halkın ilerlemesine tahammül edemeyerek; Yahudileri hırsız, haydut, kuyu zehirleyicileri, ritüel bir amaçla Hıristiyan çocukların katili olmakla ve günümüzde Ortaçağ’ın hatıraları olarak andığımız başka bin bir efsaneyle suçlayarak, halkın onlara karşı olan nefretini canlandırmaya başladı.
Cahil ve ne ticareti ne de finansmanı bilmeyen bir halkın ortasında Yahudiler gibi tesanüt içinde ve kabiliyetli bir ulusun, çabuk gelişmesini normal olarak telaki edemez miyiz? Eh, işte! Yahudilerin bu gelişmeleridir ki, bunlarda önce kıskançlığı, sonra düşmanlığı, ritüel cinayet efsanesini ve daha birçoğunu cezbetmektedir.
Evet, bu iftiralar, Yahudiler için birçok belânın nedenidir ve tüm dünyanın altını üstüne getiren Dreyfus meselesinin, vs. vs’nin çözümünde aramak gereken gerçeklerdir de.
ABRAHAM GALANTE