Yaklaşık on yıldır gazetemizdeki ÇALAKALEM adlı köşesinde yazan Sami Aji, makalelerini aynı başlık altında bir kitapta topladı. Gözlem Gazetecilik tarafından yayınlanan eserde Aji, çok farklı konularda bilgilendiren ama didaktik olmayan, merak tetikleyici ve çeşitli kaynaklardan damıttığı ilginç ayrıntıları keyifli üslubuyla okurla buluşturuyor…
Şalom yazarı Sami Aji ile kitabını ve yazılarını konuştuk…
Kitabını henüz okumayanlar için Şalom’a yazma serüvenin nasıl başladı anlatır mısın? Belirli bir yazma pratiğin var mıydı?
Şalom’a yazma serüvenim aynen kitabımda yazdığım gibi başladı. İvo (Molinas) beni aradı, "Sami, bilgi ve tecrübelerini bize aktarmanı rica edebilir miyim?" diyerek telefon açtı. Her hafta için ısrar ediyordu. Neyse ki,15 günde bir ile kurtuldum. O zamana kadar sadece ticari mektuplar ve raporlar yazardım; birkaç kere de bazı derneklerde sunumlar yaptım o kadar. Belli bir yazı pratiğim yok, hâlâ da olduğunu zannetmiyorum.
Kitap fikri nasıl doğdu ve yazı seçimini ne göre yaptın?
Kitap çıkarma gibi bir fikrim yoktu; bir cumartesi gecesi Eli Duvenyaz aradı ve kitap bastırmamı istedi. Üç veya dört dakika konuştuk konuşmadık. Reddedemedim. O gece olan bitene evdeki arkadaşlar şahittir, hayır diyemedim.
O güne kadar 192 köşe yazısı birikmişti. Sevgili eşim oturdu, listesini çıkardı. Sonra konularına göre, hafifliğine göre bir seçim yaptık. Fazla kalın bir kitap da istemiyorduk. Biraz da yazı tura atarak 56 makale seçtik.
Yazılarında hayata dair her şey var; anılar, geziler, biyografiler, mitoloji ama en çok da tarihi olay ve kişilerin az bilinen yanlarını kaleme alıyorsun. Tarihe olan merakını anlatır mısın?
Tarihe merak demeyeyim ama sevgimi her zaman rahmetle andığım, St. Michel’deki tarih hocamız Ali Rıza Sağman'a borçluyum. Sınıfa girer girmez, "Çocuklar kitaplarınızı kapatın ve beni dinleyin" derdi. Ve olayların insani boyutlarını, gerçek yüzlerini propagandadan arınmış olarak anlatırdı. Sadece sözlü sınav yapardı. Yazılıyı da adet yerini bulsun diye yapardı ama hiç önem vermezdi.
Üniversite yıllarında Beyazıt’a her gün gittiğim için tarihî yarımada ile haşır neşir oldum. Düşünün, Galata Köprüsünü geçerken sola bakıyorsunuz Ayasofya’yı görüyorsunuz. Sağa baktığınız zaman ise Süleymaniye’yi görüyorsunuz. Aralarında belki iki kilometre yok ama bin yıllık bir mesafe var. İstanbul’un kendisi sizi tarihe itiyor.
Bir gün yabancı arkadaşlarla köprüyü geçerken bana Yeni Cami'yi gösterdiler, beğenmişlerdi. Ben de "It’s the new mosque" dedim (Yeni Cami’nin tercümesi). Ne zaman inşa edildi diye sorduklarında 17. asır deyince hayretle "And you call it new?" (Buna yeni mi diyorsunuz?) diye sordular. Ben de (gülmekten kendimi zor tutarak), “Vallahi biz ancak Bizans öncesine eski diyoruz, sonrası modern yapılardır” diye cevap verdim.
Böyle bir şehirde yaşamak sizi mutlaka tarihe iter. İş hayatına başlayınca sık sık geçmişe dönmek ihtiyacı doğdu. Temelde tarım ürünleri ile uğraştım. Tarımı iyi anlamak için o ürünün kökenini, serüvenini ve kimler tarafından nasıl kullanıldığını bilmek, ticari yönden size büyük destek veriyor.
Araştırmacı kimliğin yazılarında hemen fark ediliyor, çok okuduğun da… Bilgiye en çok hangi kaynaklardan ulaşıyorsun, yazıya nasıl hazırlanıyorsun?
Derin bir araştırmacı olduğumu söyleyemem. Çok kitap okuyor muyum? Bence hayır; ama bir konuya odaklandığım zaman onunla ilgili her türlü bilgiyi toplamaya çalışıyorum. Zaten Şalom’a yazmaya başladığımdan beri kitap masraflarım epey arttı. Bazı kitapları yurtdışından, bazılarını Anadolu’daki kütüphanelerden bulup getirttim. Bazen Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi, bazen Beyazıt’taki Milli Kütüphane’ye gittim.
Tabiatıyla internetten de faydalanıyorum. Bilhassa eski gazetelerin nüshalarını veya eski kitapları bulup okumak çok çarpıcı oluyor. Bir de kayınpederim Emilio Gueron'un kütüphanesinden çok istifade ettim ve ediyorum. Mümkün olduğu kadar, referanslarımı yazıların sonuna not olarak ekledim.
Kaleme aldıklarından bir şeyler öğrenmemek mümkün değil! Peki, senin okura vermek istediklerin nedir?
Merak etmelerini aşılamaya çalışıyorum. Sloganlara kapılmamalarını, bilhassa duydukları, gördükleri veya okuduklarını, kendileri için önem değerine göre, mutlaka ve mutlaka derinine araştırmalarını öneriyorum.
Göçlerin koca Roma İmparatorluğunun yıkılmasına ön ayak olduğunu düşünürsek, bu bağlamda Avrupa ve Türkiye’nin geleceği ile ilgili neler öngörüyorsun?
Son yıllarda Avrupa Birliği içinde yaşananlar Roma İmparatorluğunun son dönemlerine çok benziyor. Neredeyse birebir aynı filmi seyrediyoruz. Hatta şaka yollu bazı arkadaşlara İkinci Roma İmparatorluğunun çöküşüne çok yaklaştığımızı söylüyorum.
Ülkemiz de aynı baskının altında. Bizim aldığımız en yoğun göç Araplardan geliyor. Ve unutmayalım ki, Araplar zengin bir medeniyetin torunları... Çok yakında hem sosyo-kültürel, hem ekonomik, hem de siyasi alanda onların etkin olduklarına şahit olabiliriz. Arapların yanı sıra ülkemize gittikçe artan sayıda yerleşen İranlılar var. Onların da etkilerini göreceğiz. Bir de göçmenler tarafında, tıpkı ‘Once Upon a Time in America’ filminde gördüğümüz benzeri çeşitli çetelerin kurulduğunu da görebiliriz.
Tarihten nasıl feyz alabiliriz? Bu konudaki birikiminden yola çıkarak günümüz dünyasını toplumsal ve siyasi açıdan nasıl değerlendiriyorsun?
Churchill’in bir sözü var, "Ne kadar geri giderseniz ileriyi o derecede iyi görürsünüz." Tarihten alacağımız feyz budur. Bu suale cevap vermek gibi bir iddiam olamaz, çok geniş bir birikim gerekir. Benim öyle çantam yok.
Şu görüş ve temennimi ifade edebilirim: Hedef, her insanın hür ve refah içinde yaşayacağı bir ortam yaratmaktır. Çözüm de artık yöresel değil küresel çapta alınacak tedbirlerle bulunacaktır. Bu çözümleri yaratacak kişiler, her ülkede mevcut olduğuna inandığım akil insanların bir araya gelmesi ile bulunacaktır. Neticede sınırların ve irili ufaklı devletlerin insanlara çok pahalıya mal olduğu açıktır.
Tarihe mal olmuş kişilikler arasından bir veya daha fazla idolün var mı?
İdol kelimesini kullanmak bence bir kişiyi tartışmasız kabul etmek demektir. Bunu benimseyemem. Ancak hayran olduğum, tarihe mal olmuş insanlar arasında, Türkiye dışında kalmak kaydıyla, Mme du Chatelet, Churchill, Ben Gourion ilk aklıma gelen kişiler...
Kitaplarını okumasaydım eksik kalırdım dediğin yazarlar hangileri?
Moliere, Maurice Druon, Shakespeare, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halide Edip Adıvar, Reşat Nuri Güntekin ve Aziz Nesin diyebilirim. Bir de büyük bir bilgi küpü olan haftalık ‘Le Journal Tintin’.
Eminim ki, müdavim okuyucuların vardır; gerek yazıların gerekse kitabın ile ilgili onlardan nasıl tepkiler alıyorsun?
Müdavim okurlarımdan çok nazik, müspet tepki ve yorumlar alıyorum. Kitabım çıktıktan sonra çok daha yoğun tepkiler geldi. Herkese vasıtanızla bir daha teşekkür ediyorum.
İleride kurgu bir kitap yazmayı düşünür müsün?
Aman bir de kurgu kitabı başıma sarmayın, hele İvo’ya bunu sakın söylemeyin. Başıma yeni bir dert almak istemiyorum...