Uz. Psk. Neli Aşkaner Kaptan
Çok sevgili ve değerli okurlarım, uzun bir aradan sonra tekrardan birlikteyiz. Kişinin kendine iyi gelen şeyleri yapacak zaman ayırmasının zihnin ve bedenin bütünsel sağlığı açısından önemini terapi seanslarımda danışanlarımla çokça konuşuruz. Önce size iyi geleni bulmakla başlar bu yolculuk. Bazı danışanlarım kendilerine neyin iyi geldiğini biliyordur ama bunu günlük hayatlarında pratiğe dökmekte zorlanırlar. Kimisi de neyin iyi geldiğini bulabilmek için deneme, yanılma yönteminden bile korkarlar. Ya başarısız olursam, zaman kaybı, ben zaten beceremem ki, daha önce hiç yapmadım, bunu yapmak için para/eğitim şart, vaktim yok gibi zihinlerinin onları durdurmak için ürettiği bahanelerin esiri olurlar. Kişisel deneyimlerimden de bildiğim üzere insanoğlunun zihni yani akıl/mantık dediğimiz kısımda aslında çocukluk yıllarımızda oluşmuş ve yaşadığımız her geçen gün oluşmaya ve değişmeye devam eden inanç kalıplarımız mevcut. Bu inançlar aslında bizim kontrol edemiyorum dediğimiz davranış ve düşüncelerimizi oluşturur. Kişi gücünü inanç kalıplarına bıraktığında yani “Ben sinirlenince bağırıyorum çünkü kendimi kontrol edemiyorum” dediği anda aslında kendi zihninin esiri olmuş olur. O yüzden zaten en büyük değişimler başkalarını değiştirmeye çalıştığımızda değil, biz değiştiğimiz zaman gerçekleşir.
Biraz kendi değişim yolcuğumdan bahsetmek istiyorum. Çünkü şunu yap, bunu yap, bak bana bu iyi geldi gibi öneriler vermek yerine, kişinin deneyimini içtenlikle paylaşması hem kendisi hem de karşısındaki için daha iyileştirici bir süreç oluyor. Bu “Kendi ihtiyacını dile getirmekte nedir?” dediğinizi duyar gibiyim. İnsan zaten istediğini söyler gibi geliyor değil mi? Ancak ‘kişisel sınırlara’ olan saygının bencillik olarak algılandığı bir toplumda danışanlarımın terapi odasına getirdikleri görünen sorunların hemen hemen çoğunun temelinde bu ‘sınır’ problemi yatıyor aslında. Bebeklikten itibaren hatta gebelikten başlayan süreçte bebeğe bakım verenlerin kendilerine ve bebeklerine koyamadığı sınırlar çocukluk sürecinde de devam edip aslında kişiliğimizin temel taşlarını oluşturuyor. Bu yüzden anne-baba adaylarının hamile kaldıktan ve çocuk doğduktan sonra değil, öncesinde psikolojik destek alarak içlerinde var olan ancak farkında olmadıkları kendi anne-babalıkları üzerinde çalışmaları gerekir. Bir aile ve çift terapisti olarak üniversite birinci sınıfa başladığım günden beri koltuğun önce öbür tarafında oturup danışan olmayı deneyimlemeli ve kendimi temizlemeliyim diye düşünerek psikoloji eğitimim boyunca ve sonrasında da psikoterapime devam ettim. Yaklaşık 20 senedir de kendimi ve beni yöneten dinamiklerini anlama ve değiştirme yolunda yolculuk etmekteyim.
Bazılarınızın bildiği üzere altı ay önce, Ekim 2020’de ‘anne’ oldum. Çok şükür ki tüm dünya olarak içinden geçtiğimiz bu zorlu pandemi sürecinde kızımızın doğumunu sağlıkla gerçekleşti. Şimdi onun dünyaya, bize, bizim ona ve yeni anne baba rollerimize alışma sürecinde her güne merakla uyanıyor olmanın mutluluğu içinde bu yolda eşimle ilerliyoruz. Uzman bir aile ve çift psikoloğu olarak yaklaşık 20 küsur senedir mesleğimi icra etmiş olsam da her gün öğreniyor, gelişiyor ve değişiyorum. Hem bebeğime hem de hayatımda ki yeni ‘anne’ kimliğime alışıyorum. Mükemmel anne miyim? Tabi ki hayır, zaten öyle bir kavram yok ve olmasın da zaten. Çünkü hayat mükemmel değil; anne-babalık da öyle olmamalı zaten. ‘Yeteri kadar iyi’ olması sağlıklı bir birey yetiştirmek için ideal ve gerekli olan. Ama bu konu çok derin olduğu için başka bir yazımda sizlerle paylaşmak isterim. Yazımda sizlerle attachmentparentingturkiye’nin izniyle görsellerini paylaşıyorum.
Umarım bir gün herkes doğal anne babalık genlerine geri dönecek ve o zaman önce bebekler sonra aileler, geniş toplum, ülkeler ve en sonu da tüm dünya çok daha sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir hal alacak…
Hepinize önce kendi içinizdeki bebeğinize yeteri kadar iyi anne/babalık yapabildiğiniz günler diliyorum…