Henüz inmemiş kutsal kitaplardan biri pekala ´Oyna!´ ile başlayabilir. Zira insan oyuncu bir varlıktır. Dahası bu oyun güdüsünü kaybetmemesi gereken bir varlıktır.
Karşınızda futbolu sevdiğini söyleyen biri olduğunda onun hakkında ne düşünürsünüz? Bu soruya verilecek cevapların çoğunun olumsuz olduğunu yıllardır futbol sevdiğimi söylediğimde aldığım cevaplardan biliyorum. İnsanın kategorize edileceği kritik sorulardan biridir bu. Doksan dakika boyunca bir top peşinde koşturan yirmi iki adamı seyretmek kimi için dünyayı doksan dakikalığına durduran bir olayken kiminin üstten baktığı bir zaman kaybıdır. Sanki kendisi atomu parçalamakla meşgulmüşçesine “Ne anlıyorsun şundan?” der geçer. Oysa asıl olması gereken şey tam da budur; o oyundan bir şey anlamaktır. Henüz inmemiş kutsal kitaplardan biri pekala ‘Oyna!’ ile başlayabilir. Zira insan oyuncu bir varlıktır. Dahası bu oyun güdüsünü kaybetmemesi gereken bir varlıktır.
Her ne kadar yaş aldıkça ciddileşmesi gerektiğini düşünse de insan oyun kurmayı, oyun oynamayı, oyun seyretmeyi sever. Bazen oyuna dahil olmak, bazense oyunu planlamak ister. Kelimenin kendisi de en az anlamı kadar oyuncudur. Kastedilen saklambaç da olabilir, briç de; bilgisayar oyunu da olabilir, bir tiyatro piyesi de… Bu değişken anlamlar içinden çıkan en temel gerçek kaç yaşında olursa olsun insanın oyuncu bir varlık olmasıdır. Hollandalı tarihçi ve kültür teorisyeni Johan Huizinga Homo Ludens (Oynayan İnsan) kitabında oyun kavramının kültürel ve toplumsal önemine bakarak, oyunun kültür üretimini oluşturacak koşulların başlıca unsurlardan biri olduğunu söyler. Kültürel ve toplumsal önemi dikkat çekici olan futbol tarihine biraz yakından bakmak bunun ne denli doğru olduğunu anlamamızı sağlayacağı gibi futboldan ne anladığımızı soranlara da cevap niteliğindedir.
Farklı kaynaklara bakıldığında Aztekler’de ve Eski Mısır döneminde içine tüy doldurulmuş bir deri parçasının peşinde koşan adamlardan bahsedilse de, futbolun geçmişi arşivcilik konusunda liderliği kimselere bırakmayan İngilizlerden öğrenilebilir. Kaynaklara göre Birleşik Krallık'ta futbolun oynandığı en eski tarih 1170’dir. Bu tarihte yazılan bir kayıtta futbola benzer bir oyun tanımlanarak, “gençlerin top oynamak için bir tarlaya gittikleri” notu bulunur. Sonraki kayıtlara bakıldığında adada futbolun hızla yaygınlaştığı anlaşılıyor. 1300'lere gelindiğinde İskoçya ile savaşa hazırlanan Kral II. Edward, futbola merak sarıp okçulukla ilgilenenlerin sayısındaki tedirgin edici düşüş nedeniyle futbol oynamayı yasaklar. O tarihte futbol sevdası İskoç ordusunu zayıflatacak kadar güçlüdür. Bu yasak, aynı nedenle konulan birbirini izleyecek pek çok futbol yasağının ilkidir. Futbola getirilen yasaklar III. Edward, IV. Henry ve Oliver Cromwell tarafından tekrarlanır.
Tam bin yıl boyunca yasaklanan tiyatro gibi futbol da birçok yasaklamaya rağmen yok olmaz. Deşarj olma ve sosyalleşme aracı olan futbolun o zamanki oynanma şekli hayli ilginç olmakla beraber bugün seyrettiğimizden de hayli farklıdır. Belli bir oyuncu sayısının olmadığı - hatta kayıtlara göre yer yer bin kişinin aynı çamur sahada kafaya taşla vurmaktan tutun da, tekme atma ve yumruklaşma dahil türlü şiddetin olduğu, belli başlı olanlar dışında kuralların ve hakemin olmadığı futbol, 16. yüzyıla gelindiğinde okçuluktan sonra en fazla ölüm olan ikinci spor dalı olarak karşımıza çıkar. Gülle gibi bir topla oynandığından kafa travmaları, ölümler, kırık çıkıkların da sıklıkla görüldüğü bu güzel oyun her zaman medeni biçimde bitmez. Perde arkasında kişisel mülk ve işyerlerine zarar vermeye kadar uzanan şiddet eylemleri de olur.
Futbolun vahşi bir yanı vardır, hırs gerektirir. Başarıya giden yolda dayanışmayı zorunlu kılar. Tek başına öne çıkmaya çalışanlardan çok, hırsını yeteneğiyle harmanlayan, gerektiğinde geride kalıp topu kaleye gönderen o son vuruşu yapmayıp, takım arkadaşına paslamayı gerektirir. Bir futbol sahasında olan biten hayatta olandan çok da farklı değildir. Futbol toplumsal yapı içinde kendi kültürünü oluşturur. Toplum nasılsa, sahaya yansıyan da öyledir. Profesyonel spor kulüplerinin ve liglerin kurulmasıyla endüstrileşen bir oyun halini alan futbolda oyuncular kadar oyun bozanlar da ortaya çıkar. Saha dışında kurulan ilişkiler ağı skoru belirlemeye çalışır. Sebepsiz yere kartlar kalkar, fauller verilir, düdükler çalar, sinirler gerilir. Çürüyen toplumların futbol sahaları her ne kadar yeşil görünse de çamur ve balçık doludur. Saha dışında kurulu düzene yakın olanlar için zemin ne kadar pürüzsüzse, oyunun kuralına sadık kalanlar için o derece engebelidir. Suçun karşı tarafa atılmasının geleneksel olduğu kültürlerde (asla bizden bahsetmiyorum) saha içinde geçerli olan “Top yuvarlaktır” deyimi saha dışındaki muğlaklığı da temsil eder. Ne var ki bazıları ısrarla oyuna sadık kalmak için diretir. Saha ne kadar çamurlu olursa olsun, mücadeleden vazgeçmez ve zafere ulaşır.
İşte ‘bütün bu ahval ve şerait içinde’ cumartesi gecesi Beşiktaş şampiyon oldu. Beşiktaş Teknik Direktörü Sergen Yalçın’ın maç sonrasında dile getirdiği gibi şampiyonluğun arkadaşlık, samimiyet, dostluk, birlik beraberlik ile ifade edildiği, mucizevi bir kadronun mucizevi zaferi ile lig sona erdi. Türkiye futbol tarihinin belki de en zor senelerinden birinde, karşılaştığı tüm zorluklara rağmen gelen bu şampiyonluk tüm Beşiktaş taraftarlarına kutlu olsun. Hayatlarımız günden güne zorlaşıp kötülüğün kolları her yerden bizi sarmaya çalışırken iyilerin de elbet bir gün kazanacağı konusunda içimize umut olsun. Kimsenin anlayamadığı bu aşkın peşinde koşanlar yolunuz hep açık olsun.