NATO eski Genel Sekreter Yardımcısı, Türkiye´nin NATO ve AGİT nezdinde eski Daimi Temsilcisi Emekli Büyükelçi Tacan İldem ile kendisinin de hazırlayanlar arasında olduğu NATO 2030 raporunu, NATO-Türkiye, ABD-Türkiye ilişkilerini ve NATO´nun Karadeniz politikası ile Türkiye´nin bu konudaki rolünü konuştuk. Sayın büyükelçi ayrıca Washington büyükelçiliğinde görevli olduğu dönemde 500. Yıl Vakfı ile gerçekleşen Sefarad Yahudilerinin Osmanlıya gelişlerinin 500. yılı etkinlikleri ile ilgili anılarını da Şalom okuyucularıyla paylaştı.
Washington Büyükelçiliğimizde görev yaptığınız dönemde, 500. Yıl Türk Musevileri Vakfının ülkemizin doğru tanıtılması çabalarına da ortak oldunuz. Bu dönemi anlatabilir misiniz?
1980’lerin sonlarında zamanın İspanya hükümeti Amerika kıtasının 1492’de Kristof Kolomb tarafından keşfinin 500. yıldönümü etkinliklerinin arzu edilen görkemde kutlanmasını temin çabasındaydı. Ancak 1492 yılında ülkede yaşayan ve sayıları 300 bin dolayında olduğu tahmin edilen Yahudilere karşı başlatılan engizisyon uygulamasının yol açtığı katliamların tarihteki kara lekesinin bu kutlamalara gölge düşürme potansiyeli yüksekti. Dolayısıyla bu kutlamaların Sefarad Yahudileriyle uzlaşma fırsatı olarak değerlendirilmeye çalışılması gibi bir amaç da güdülüyordu.
Osmanlı Padişahı II. Beyazıd’ın hoşgörü ve ileri görüşlülüğünün bir yansıması olarak valilere gönderdiği ve engizisyondan kaçan Sefarad Yahudilerinin sorumlu oldukları vilayetlere kendilerinin kabul edilip destek ve himayenin sağlanmasına ilişkin buyruğu ise haliyle bu kutlamalarda önemsizleştirilecekti.
İspanya’nın bu yaklaşımı sanırım Türkiye’de engizisyondan kaçan Sefarad Yahudilerinin Osmanlı İmparatorluğu’na gelişlerinin 500. yıldönümünün 1992 yılında kutlanması ve bunun özellikle ABD’deki ‘Kolombus Yılı’ etkinlikleri içinde Türkiye’nin tanıtımına fırsat verecek faaliyetlerle düzenlenmesini sağlayacak bir örgütlenme ihtiyacını beraberinde getirmişti.
500. Yıl Vakfının kuruluş çalışmalarına 1988-89 yıllarında zamanın Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Büyükelçi Nüzhet Kandemir’in özel danışmanı olarak bizzat katıldığım toplantılar yoluyla yakından tanık olmuştum. 1989 Temmuz’unda vakfın kuruluşu gerçekleştiğinde ben de Washington Büyükelçiliğimize müsteşar olarak atanmıştım. Yeni Büyükelçimiz Ankara’da maiyetinde çalıştığım Nüzhet Kandemir’di.
Rahmetli Nüzhet Bey Washington’a varışını izleyen günlerde kötü bir sürprizle karşılaştı. Senato çoğunluk lideri Bob Dole yaralandığı II. Dünya Savaşı’nda kendisini kısmi felçten kurtaran ve sağlığına kavuşturan Ermeni asıllı Amerikalı doktoruna şükran duygusunun da bir sonucu olarak sözde Ermeni soykırım iddiasını temel alan bir karar tasarısını Senato’ya sunmuştu.
Esasen bu karar tasarısının Senato’dan geçmesini önleyecek pek çok paydaşın katkısını alan mücadelede 500. Yıl Vakfının Yönetim Kurulu Başkanı işadamı rahmetli Jak Kamhi, kurul üyeleri Naim Güleryüz ve Emekli Büyükelçi Tevfik Saraçoğlu düzenli olarak Washington’u ziyaret etmekte ve özellikle Senato’nun Yahudi üyeleri nezdinde aydınlatma faaliyetlerine katkıda bulunmaktaydılar. Bu ziyaretler üç yıl sonra kutlanacak 500. Yıl etkinliklerinin fikri hazırlığının yapılmasına da vesile oluşturuyordu. Başta Jak Kamhi olmak üzere sözde Ermeni soykırımı iddialarını esas alan Dole Karar Tasarısının engellenmesinde emeği geçenleri yeri gelmişken saygı ve şükranla anmayı bir görev addetmekteyim.
500. Yıl etkinlikleri çok kapsamlı bir faaliyet programı çerçevesinde gerçekleştirildi. 1989 yılında Washinton Büyükelçiliğinde göreve başladığımda bu dosyaya müsteşarlardan Oğuz Çelikkol bakıyordu. Ertesi yıl görev süresini tamamlayıp Ankara’ya döndüğünde uhdesindeki dosyalar arasında 500. Yıl kutlamaları da bana devrolundu. 1992 yılının çoğu hafta sonunda ABD’nin değişik şehirlerinde düzenlenen kutlama etkinliklerine konuşmacı olarak katılarak geçirdiğim günler hâlâ anılarımda tazeliğini korumaktadır.
(soldan 6. Büyükelçi Tacan İldem ve Karel Valansi (soldan 7.)
ABD Başkanı Joe Biden’ın 1915 olaylarını soykırım olarak tanımlamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Neden şimdi bu kelimeyi kullandı?
Daha önce sözünü ettiğim sözde soykırım karar tasarısını 1989’da Senato’ya sunduğunda Dole, ulusal güvenlik çıkarlarının göz önünde bulundurulması suretiyle tartışmaların o kadar da karar tasarısının lehinde olmayacağını tahmin ettiği Dış İlişkiler Komitesi yerine daha elverişli bir zemin sunan Adalet Komitesinde ele alınmasını sağlamıştı. Bu komitenin o tarihteki başkanı Delaware Senatörü Joe Biden’dı. Üstelik adı geçen Dole Tasarısının ortak sunucularından da biriydi. Demek istediğim Biden’ın siyasetçi geçmişinde zaten tarihi gerçeklerle bağdaşmayan bu iddialara şahsen destek veren bir duruşu bilinmekteydi. Başkanlık kampanyasında da Ermeni asıllı Amerikan seçmenine yaptığı taahhüt hatırlardadır.
Kurumsal hafızaya önem verecek, dış ve güvenlik konularında ABD çıkarlarını üstün tutacak bir devlet adamlığıyla Biden’ın her şeye rağmen “soykırım” tanımlamasından kaçınacağını son ana kadar umanlardan oldum. Ancak ne yazık ki salt siyasetçi dürtüsü devlet adamlığının önüne geçti. ABD tarafı açıklamanın yazımının Türkiye’yi hedef almayacak ve rencide etmeyecek şekilde formüle edildiği kanaatiyle vicdanını rahatlatma çabasında olsa da metin ulusumuzu rencide eden bir ağırlıktadır ve hiçbir gerekçe bunun ağırlığını hafifletemez. Kamuoyumuzun haklı infialine yol açan bu açıklama en güçlü kınamayı hak eder niteliktedir. Neden şimdi sorusuna gelince, sadece Biden’ın salt siyasetçi refleksiyle bu yola gittiğini belirtmek yeterli bir izah olmaz. Geçmişte sözde soykırım iddialarının yer aldığı karar tasarılarını önlerken çabalarımızda yönetimlerin yanımızda yer alması önemli bir avantajımızdı. Bu defa yönetimin başı tarafından bu iddiaya açıklamasında ilk kez yer verilmiş olması, iki ülke ilişkilerinde mevcut sorunlar yumağının da etkisiyle artık ABD’nin müttefiki Türkiye’yi bu konuda da karşısına almakta beis görmediğini göstermektedir. Bu ise ilişkilerin dokusunu bozacak bir gelişmedir.
NATO, gelecekteki tehdit ve ittifakın nasıl daha güçlü olacağına dair bir rapor hazırlattı. Bu on kişilik grupta siz de vardınız. “NATO 2030: Yeni Bir Çağ İçin Birliktelik” adlı raporda, gelecek on yılın çok farklı olacağı öngörüsü yer alıyor. Ana tehditlerin başında iklim, yeni salgınlar, terör ve otoriter devletler vurgusu var. Rusya, Çin ve belki de daha önemlisi müttefikler arasındaki anlaşmazlıklar da belirtilmiş. Size göre NATO’nun önündeki en büyük sorun/tehdit hangisi?
Aralık 2019’da Londra’da düzenlenen NATO Devlet ve Hükümet Başkanları toplantısında liderler NATO Genel Sekreterinden ittifaka ilişkin geleceğe dönük bir değerlendirme süreci başlatmasını istediler. Genel Sekreter Jens Stoltenberg de kendisine bu süreçte destek olmak üzere otuz müttefik ülkenin gösterdiği adaylar arasından, cinsiyet eşitliğini de gösterecek şekilde, beşi kadın, beşi erkek on şahsiyeti NATO 2030 Bağımsız Uzmanlar Grubuna seçti. Bağımsız sözcüğü ile kastedilen grupta yer alan üyelerden uyruğu oldukları ülkelerin resmi görüşünü savunmak yerine ittifakın bir bütün olarak çıkarlarını gözetecek bir yaklaşım sergilemelerinin beklenmesiydi. Sekiz ayı aşkın bir süre bazen günde 5-6 saati bulabilen video konferans yoluyla düzenlediğimiz ve COVID salgını koşullarında yüz yüze yapılamayan toplantılarla tespit ve tavsiyelerimizi içeren “NATO 2030: Yeni Çağ İçin Birliktelik” başlıklı bir rapor hazırlayıp, geçtiğimiz yıl kasım ayı sonunda Genel Sekreter’e sunduk. 67 sayfadan ve 138 tavsiyeden oluşan bu rapor sırasıyla NATO Dışişleri ve Savunma Bakanları toplantılarında ele alındı. Genel Sekreter’in bu rapordan da yararlanarak belirlediği stratejik nitelikteki tavsiyelerin 14 Haziran’da Brüksel’de düzenlenecek NATO Zirve toplantısında müttefik ülkeler devlet ve hükümet başkanlarınca ele alınması öngörülüyor.
Raporda 2019 Londra Liderler Toplantısı bildirisinde de yer aldığı şekilde Rusya’nın ve terörizmin ittifak bakımından ana tehdit kaynağı olmaya devam edeceklerini belirttik. Bununla birlikte küresel düzeyde giderek varlığını daha fazla hissettiren, ekonomik yönden olduğu kadar askeri açıdan da yükselen bir güç haline gelen Çin’e daha fazla dikkat edilmesi gerektiği görüşüne yer verdik. Şu an için her ne kadar askeri açıdan ittifaka yönelik doğrudan bir tehdit oluşturmasa da Çin’in küresel sistemsel rekabet açısından beraberinde getireceği sınamalar ve aynı zamanda fırsatlar yönüyle değerlendirilmesi gerekeceğini vurguladık. Gelişen ve çığır açan teknolojilerin uluslararası güvenlik ortamında etkisinin giderek daha fazla hissedildiğini, dolayısıyla NATO müttefiklerinin teknolojik üstünlüklerini korumalarına yardımcı olacak inovasyonu NATO’nun çalışmalarının merkezinde tutmalarının, askeri teknoloji transferi ve işbirliğine daha fazla yatırım yapmalarının önemine değindik. Barış ve çatışma arasında eskiden son derece açık ve net olan ayırımı günümüzde daha az belirgin hale getiren hibrit taktikler, bu çerçevede demokratik kurumlara güvenin azalmasına yol açan ve son salgın döneminde kendisini daha fazla hissettiren dezenformasyona karşı toplumsal dayanıklılığın güçlendirilmesi ihtiyacına vurgu yaptık. İklim değişikliğinin güvenlik üzerindeki yansımalarına daha fazla odaklanılması ve NATO’nun her iklim koşulunda faaliyetini etkin bir şekilde sürdürürken karbon ayak izini azaltacak önlemler üzerinde durmasını da tavsiye ettik. Müttefikler arası görüş ayrılıklarını da gidermeye yardımcı olmak üzere NATO’nun tek ve esas danışma forumu olarak kullanılması zaruretine işaret ettik. Bu tür görüş ayrılıkları ya da ihtilafların çözümünde NATO’nun bir arabulucu ya da hakem rolü üstlenmeyeceğini, ancak Genel Sekreter’in geçmişte de sergilediği iyi niyet çabalarının öneminin altını çizdik.
NATO 2030 raporu Türkiye için neden önemli? Etkileri ne olabilir?
NATO’yu yetmiş yılı aşkın varlığında tarihin en başarılı siyasi-askeri İttifakı haline getiren özelliği değişen güvenlik koşullarına kendini uyarlama becerisi olmuştur. Bu yöndeki çabaların bir devamı niteliğinde NATO’nun siyasi boyutunun güçlendirilmesini amaçlayan değerlendirme sürecinin bir ürünü olan bu rapor Genel Sekreter’in NATO liderlerine sunacağı tavsiyelere temel olacak bir referans belgesi olma vasfıyla her müttefik ülke gibi Türkiye bakımından da önem taşımakta.
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Amerikan liderliğini yenileyerek diplomasiye ağırlık vereceğini açıkladı ve ilk basın toplantısında (Şubat 2021) Türkiye’nin yüzünün Batı’ya dönük kalmasının önemini vurguladı. S-400 konusu başta olmak üzere üst üste yığılmış sorunların mevcudiyetinde, Türkiye-ABD ilişkilerinin bugününü ve geleceğini nasıl değerlendirirsiniz?
Türkiye ve ABD arasında halen önemli ikili sorunlar bulunmakta. Türkiye’nin ulusal güvenliğini doğrudan ilgilendiren terörle mücadelede PKK’nın uzantısı PYD/YPG’nin ABD tarafından işbirliği ortağı olarak desteklenmesinin ve 15 Temmuz darbe girişiminin ardındaki FETÖ’nün ele başının ABD’de varlığını sürdürüyor olmasının Türkiye bakımından yarattığı haklı duyarlılıktan, ABD yönünden endişe kaynağı teşkil eden Türkiye’nin S-400 hava savunma sistemini Rusya’dan tedarik etmesi ve Türkiye’nin F-35 uçaklarının ortak yapım programından çıkarılmasına kadar geniş yelpazedeki pek çok konu bu sorunlar yumağının birer parçası. NATO içinde bir müttefik ülkenin (ABD) bir diğer müttefik ülkeye (Türkiye) yaptırım önlemlerini uygulamaya geçirmesi müttefiklik ruhuna ters düşen ve ancak hasımları sevindirecek bir durumdur. ABD ve Türkiye NATO’nun iki önemli müttefiki olarak mensup oldukları ittifaka geçmişte olduğu gibi gelecekte de katkıda bulunmaya devam edeceklerdir. Dolayısıyla her iki ülkenin de aralarındaki sorunları çözme iradesiyle meseleleri masaya yatırmaları ve var olması gereken müttefiklik ruhuyla bunları görüşerek, karşılıklı anlayış ve saygı temelinde ortak çıkarlara hizmet edecek şekilde çözüme kavuşturmaları önem taşımaktadır. İki ülke Cumhurbaşkanının NATO Zirvesi marjında 14 Haziran’da Brüksel’de yapacakları ikili görüşme bu bakımdan önemli bir fırsat oluşturmaktadır. Bu görüşme öncesi az önce işaret ettiğim yönelimle taraflar arasında bir ön hazırlığın yapılıyor olmasını şahsen temenni etmekteyim.
Rusya ile Ukrayna arasındaki gerilimin Türkiye’ye yansıması nasıl olur?
1990’lı yılların sonundan itibaren NATO’nun stratejik işbirliği ortağı olan Rusya, 2014’te bir başka NATO ortağı Ukrayna’nın toprağını işgal edip, ittifak üyesi ülkelere de karşı tehditkâr bir dil kullanmaya başladığından bu yana ilişkilerin niteliği değişmiştir. Türkiye, diğer müttefikleriyle birlikte, Rusya’nın Kırım’ı hukuka aykırı ve gayrimeşru biçimde ilhakını tanımamakta ve Donbas’ı istikrarsızlaştırmayı amaçlayan saldırgan politikalarına karşı çıkmaktadır. Şu anda görece durum yatışmış olsa da son dönemde Ukrayna’da “temas hattına” yakın yerlerde Rusya’nın yaptığı askeri yığınak ve Ukrayna’nın aldığı askeri önlemlerin gerilimin süratle tırmanmasına yol açtığını gördük. Böyle bir ortamda parlayacak bir kıvılcımın bölgesel bir yangına neden olması olasılığı endişe yarattı. Doğal olarak Karadeniz güvenliğini de ilgilendiren bu son gerginlik bir yandan caydırıcılık, diğer yandan diyalog ve diplomasiye öncelik veren yaklaşımların önemini bize bir kez daha hatırlattı.
NATO’nun Karadeniz politikasında Türkiye’nin rolü bir hayli önemli. Ankara’nın politikasını nasıl değerlendirirsiniz?
Karadeniz güvenliğiyle ilgili olarak Türkiye’nin bugüne değin izlediği politika üç temel ögeye dayanmaktadır: İlkin NATO’nun bölgedeki caydırıcılık ve savunma alanındaki önlemlerine destek vermek. Bildiğiniz gibi Rusya Kırım’ı ilhak ettikten sonra bu yarımadaya S-400 sistemleri konuşlandırmak dahil yaptığı yığınak ile erişim ve alan engelleme (A2/AD olarak bilinen askeri doktrin) geliştirmek suretiyle bölgedeki askeri güç projeksiyonunu artıran adımlar atmıştı. Dolayısıyla NATO’nun Gürcistan ve Ukrayna gibi ortaklarının savunma kapasitelerini artırmak dahil bölgeye ilişkin caydırıcılık ve savunma önlemleri bir gereklilik olarak ortaya çıkmıştır. İkincisi Türkiye Rusya’yı tahrik edecek eylem ve girişimlerden kaçınılmasından yanadır. Üçüncü olarak da Karadeniz güvenliği bakımından önemi tartışılmaz nitelikteki Montrö Sözleşmesinin titizlikle uygulanmasına özen gösteregelmektedir. Şu an için her ne kadar Rusya Federasyonu’nun bir işbirliği partneri olarak kendisinden beklenen rolü oynamasında sorun varsa da Karadeniz’e sahildar devletlerin katkılarının hissedileceği bir bölgesel sahiplenme ruhunun yeniden ihyası gelecekte önem taşıyacaktır.
Son gelişmeler ışığında, Türkiye’nin NATO üyeliği hem Türkiye’de bazı kesimler, hem de bazı müttefikler tarafından sorgulanıyor. Bu konuyu nasıl yorumlarsınız?
Türkiye’nin NATO üyeliği, Genel Sekreter yardımcısı olarak geçtiğimiz yıl nisan ayına kadar görev yaptığım NATO’da hiçbir zaman sorgulanmamıştı. Elbette Türkiye aleyhinde tutuma sahip çevrelerce bu yönde soruların dillendirilebildiğini görmekteyiz, ancak bu resmi tutumları yansıtmamakta. Ülkemizde de çoğu kez bilgi eksikliğinden kaynaklanan bir NATO karşıtlığına rastlanabilmektedir. Kuşkusuz başta ABD olmak üzere kimi NATO müttefiki ülkeyle özellikle son yıllarda yaşanan ikili sorunlar NATO’ya ilişkin algının da bozulmasına yol açtı. Ülkemizin ulusal çıkarlarını gözetecek siyasalar belirlenip uygulanırken eldeki imkan ve enstrümanların en akılcı biçimde ve optimumda kullanılması önem taşır. NATO, işte bu imkan ve enstrümanlar arasında öncelikli bir yere sahiptir. Gönül arzu eder ki gerçeklere dayalı nesnel bir tartışmada güvenlik gereksinmelerimiz ışığında NATO üyeliğimiz hakkında fikir yorulabilsin. NATO’ya üye olmamıza ilişkin bir yarar-zarar muhasebesi yapacak olanların ise ülkemizin belirsizliklerle dolu karmaşık güvenlik ortamında İttifakın caydırıcılığından yararlanmayacağı bir olasılığın sonuçlarını görebilmeleri gerekir.