On üç yüzyıl devam eden İslam hükümranlığında Mağrip ülkelerindeki Yahudi yaşantısı hep inişler ve çıkışlarla geçti. Genelde dönemin etkin yöneticilerinin iki dudağı arasında, içinde bulundukları toplumla uyum içinde yaşamaya çalışan Yahudiler, en barışçıl zamanlarda dahi, zimmi statülerinden dolayı, tedirginlik içinde oldu. Kimilerinin ulaştığı sosyal ve ekonomik konum hiçbir zaman geleceklerini garanti altında almaya yetmedi, onlara ayrıcalıklı bir korum sağlamadı.
Kuzey Afrika’da görülen ve bölgeye damgasını vuran feodal yönetim sisteminde erki elinde tutan hanedanların ömrünün dört nesli geçtiği görülmemiştir. İktidara geliş, altın çağ, duraklama, çöküş olarak adlandırılabilecek bu süreç 100 ila 150 yıllık bir dönemi kapsar. Bunlardan özellikle son ikisi iktidar çekişmelerinin hakim olduğu, bu anlamda Yahudi toplumları için yönetilmesi zor zamanlardır. Kanun ve kuralların geçerli olmadığı, erki elinde tutanların sabahtan akşama değişebildiği bu istikrasız coğrafyada, Araplar, Bedeviler, Berberiler, Yahudiler ve Hıristiyanlardan oluşan heterojen halkın doğru bir şekilde idare edilmesi neredeyse mümkün değildir.
Dolayısı ile yaşantının kimi sosyal, ekonomik, askeri şartta rahat geçmesi daimi bir duruma işaret etmez. Zaman zaman serpilen, gelişen ve genişleyen toplumların bir süre sonra yok olmaları olasıdır. Bu durum genelde azınlık toplum ile erk sahibinin yaptığı pazarlıklarla da ilgilidir.
Lübnan asıllı Britanyalı tarihçi Albert Hourani’nin ifade ettiği gibi “İslam, toplumda üç kategori tanır: Birinci grup Müslümanlardır. İkincisi ehl-i kitap ya da korunan halklardır. Üçüncüsü ise pagan toplumlar ya da çok tanrıcı inanca sahip halklardır…”
Müslüman halkın üçüncü kategori ile bir araya gelmesi ve ortak bir yaşantı kurması olanak dışıdır. İkinci gruptaki toplumlarla ise kurulan ‘sahip-zimmi’ ilişkisinden öteye gitmeyecektir. Onlar, halkın içinde, prensip olarak halka sunulan tüm olanaklardan yararlanan ancak yapının teokratik olmasından kaynaklanan bir tecrit ile kuşatılmış bir konumdadırlar. Din farklılığı yaşantılarına handikap olarak aksetmiştir.
Bu handikaplar, Yahudi toplumlarını ikinci sınıf vatandaş konumuna mahkûm etmiştir ki, bazen korunan, kollanan ancak hiçbir zaman siyasi ve sosyal haklardan tam olarak faydalanamayan bir duruma indirgeneceklerdir: Evleri Müslüman evlerinden yüksek olamaz, ata binemezler, silah taşıyamazlar, topluma açık yerlerde şarap içemez ibadette bulunamazlar, ölülerinin arkasından yas tutamazlar, tanıklıkları kabul edilmez…
Yalnız Yahudilerin değil Hıristiyanların da zimmi olarak tanımlanmaları, esas itibarı ile modern dönem öncesi Ehl-i Kitap ile İslam alemi arasındaki ilişkileri düzenleyen, ikinci halife Ömer’in adıyla anılan ve onun zamanında formüle edilen bir pakta dayanır. Bu kısıtlamaların zaman içinde kanun haline gelmesi ile Müslüman – Yahudi ilişkilerinin karmaşık bir içerik kazanması koşut olarak gelişir. Zimmi olma durumu Yahudiler için bir zulüm kaynağı oluşturacaktır. Hatta, İslam’ı kabul eden zimmiler için de durum çok farklı olmayacak, Müslüman toplumunun nezdinde güven kazanmaları çok zaman alacaktır.
‘The Jews of North Africa – From Dido to De Gaulle’ kitabının yazarı, Tunus doğumlu Sarah Taieb-Carlen, şöyle bazı tespitlerde bulunuyor…
Yahudi halkı içinde yaşadığı Müslüman toplumların ve hükümdarlarının merhametine kalmış bir hayat sürer. “Yahudiler korkunç bir aşağılanma ile karşı karşıyadır. Toprak sahibi olamazlar, ancak işledikleri toprağa bağlı, onun Müslüman sahibinin özel mahiyetidirler.”
Yahudi halkı, tıpkı Müslüman halkın geniş kesimleri gibi, fakir ve mutsuzdur. Ancak, Müslüman halk, sosyal açıdan daha üstün bir konuma sahiptir. Endülüs’te ve Mağrip ülkelerinde kısa bir zaman diliminde yaşanan Altın Çağı bir kenara koyarsak, feodal yapı içinde, bu sosyal üstünlüğün gündelik hayata yansıdığını, hükümdarın desteklediği ve tebaasının katıldığı, Yahudilere karşı düzenlenen pogromların, toplumsal patlamaları önlemek adına bir çare olarak kullanıldığını ifade edebiliriz. Yahudilere yapılan saldırılar, kızgınlığın, çaresizliğin ve açlığın dışa vurumu olarak kabul edilir, yazar tarafından… Yahudilerin bir emniyet supabı olarak kullanılmaları da o dönemlerde sıkça görülen eğilimlerdir. İşlerin iyi gitmediği, siyasi veya ekonomik sorunların çözülemez boyutlara ulaştığı anlarda, Yahudi konusu her daim geçerli bir koz olarak acil ulaşılabilecek bir yerde hazır bulundurulur…
Her durumda Mağrip ülkelerindeki Yahudiler, dindaşlarının, zaman zaman istisna olsa da, Endülüs Emevileri döneminde İspanya’da, Irak ve Mısır’da daha rahat koşullar içinde yaşadıklarından haberdardırlar. Bölgenin karmaşık etnik yapısı daha iyisinin gerçekleşmesine mani olacaktır.
16. yüzyılın başlarından itibaren hilafeti elinde tutacak Osmanlı ülkesinde de durum buna benzerdir. Engizisyondan kaçan Sefarad Yahudilerinin yaşantıları diğer İslam ülkelerindeki ile benzerlikler gösterir. Gerçi Yahudilerin Osmanlı saray çevrelerinde ve devlet mekanizması içinde bazı önemli yerlere geldikleri bilinir. Böylesi durumlarda, etkin çevrelerde bulunan Yahudiler sayesinde toplumlarının da serpildiği, güçlendiği bir gerçektir. Ancak, bunlar geneli ifade etmeyecektir.
Osmanlı döneminde yaşayan Yahudi bir hahamın resmi (1779) – Wikipedia
Osmanlı’da Yahudiler
İsrailli tarihçi Yaron Ben-Naeh’nin, Osmanlı Yahudilerinin imparatorluk sınırları içindeki yaşantılarını ve bunlara esas teşkil eden kurumları detaylı olarak anlattığı ‘Sultanlar Diyarında Yahudiler’ birçok çarpıcı yorum ve bilgiyi bünyesinde bulunduran bir kitap… Yazarın bazı aktarımlarını paylaşmak isterim:
“17. yüzyıl Osmanlı’nın geniş bir imparatorluk olmaya ayak uydurmaya çalıştığı bir zamandır. Duraklama Devri olarak adlandırılan bu dönemi, dahili ve harici ekonomik, teknolojik, politik ve diplomatik zorluklar, değişiklikler tanımlar.”
Devşirme sisteminden gelen gençlerin oluşturduğu Yeniçeri ocaklarının karar alma süreçlerine müdahale etmeleri, saltanatın yetkin olmayan kişilerin eline bırakılması ile valide sultanların önem kazanmaları, sadrazam ve vezirlerin çıkar çatışmaları içinde kısıtlanarak görev yapmaları, dindarlığın yönetimde kendini daha çok hissettirmesi bu değişikliklerden en önemli olanlarıdır ve doğal olarak gündelik yaşantıyı ilgilendirir niteliktedir. İkinci Viyana kuşatmasında alınan tarihi yenilgi sonrasında başlayan çöküşün gitgide geri döndürülemez bir yörüngeye oturması, İslami geleneğin paralelinde gelişen ve ticarete dayanmayan bir ekonomik yapı sonucu hazinede görülen hızlı erime, ‘kabahatin’ dışarıda aranması klasiğini gündeme getirir.
Kendilerine atfedilen ‘zimmi’ karakteri içinde ‘gözetilmesi gereken – emanet’ konumunda yaşantılarını sürdüren azınlıklar bu değişikliklerden Sünni Müslüman toplumdan daha fazla etkilenmişlerdir, şüphesiz.
Kentsel bir nüfus yapısına sahip olan Yahudiler için durum budur… ‘Kitap ehli’ olarak korunan Rum, Ermeni azınlıkların yanında Yahudiler, genelde yönetime, özelde sultana hep yakın durmuşlar. Geniş topraklara yayılmanın sonucu idarenin merkezi karakterden gitgide yerel karaktere doğru kayması sonucu, buralarda bulunan kadı, vali, defterdar gibi şahsiyetlerle olan ilişkilerinde de aynı özeni göstermişlerdir. Yerel idarenin zaman zaman merkezi yönetimle ters düşmesi, ya da şu veya bu konularda keyfi kararlar alması durumunda bile, yapılan pazarlıklar cemaatlerin Yahudi kimliklerinin devamını sağlamıştır.
Zimmi olma özelliğinin aşağılayıcı karakteri bir yana, imparatorluk sınırları dahilinde artan Hıristiyan tebaanın etkisi, devşirme Yeniçerilerin dürtmesi, kan iftiraları, İspanya’dan göçen Müslüman Arapların kışkırtmaları vs. ile Yahudi aleyhtarlığının o dönemde Osmanlı idaresi altında da görüldüğü bir gerçek. Sahte Mesih, Sabetay Sevi olayının da tetiklediği bu dalganın hiç de hafife alınacak tarafının olmadığını kaydetmek gerekir. Şehirlerarası yolculuk yapan Yahudilerin doğrudan hedef olmaları, kentlerdeki Yahudi evlerinin özellikle Yeniçeri ayaklanmaları sırasında çıkarılan yangınlarda öncelikli olarak seçilmeleri, yazarın döneme ait saptadığı antisemit davranışlardan bazılarıdır…
Ancak, hemen altını çizmek gerekir ki, tıpkı Mağrip ülkelerinde olduğu gibi Osmanlı topraklarında da zimmi olma durumunun Yahudi aleyhtarı olmakla bir ilgisi yoktur. Bu daha çok İslamiyet’in gerekli kıldığı dini içerikli bir normdur. Dolayısı ile, olay koyu Katolik hakimiyeti altındaki Avrupa Ortaçağ’ından büyük değişiklikler arz eder.
Bazı kurallar vardır. Bunlar İslam’ın doğduğu dönemlerden gelen ve Modern Çağ öncesi döneme ait Müslüman – gayrimüslim ilişkilerini tarif eden kurallardır. Cemaatlerin nüfuslarına bağlı olarak ödemeleri gereken vergilerden başlayan bir dizi mükellefiyetlerini kapsamaktadır. Yukarıda belirtilenlerin dışında, Osmanlı’daki uygulamalar Yahudilerin askerlikten muaf tutulmalarını, zaman zaman seyahat engelleri ile karşılaşmalarını, zorunlu kıyafete tabi tutulmalarını, hatta Müslüman toplumla, örneğin, hamam günlerini paylaşamamalarını kapsar.
Ancak ne dönemin İbranice kaynakları, ne de Osmanlı kaynakları bu kısıtlamaları bir yaptırım olarak algılamakta, Yahudi aleyhtarlığı şeklinde adlandırmaktadır. Bunları toplumsal yaşantının dönemsel kodları olarak tarif etmektedir. Fransız Devrimi ile başta Avrupa’ya sonra da Osmanlı diyarına yayılacak vatandaşlık, eşitlik, özgürlük gibi yorumlar zimmi kişiliğin sonu(mu?) olacaktır…