Sinemanın 'en kötü baba'sı

Viggo Mortensen, ´DÜŞÜŞ´te sorunlu bir baba-oğul ilişkisi anlatıyor.

Viktor APALAÇİ Sanat
26 Mayıs 2021 Çarşamba

Şiirden sosyolojiye birçok alanda kitaplar yazan, fotografçı, müzisyen, film ve tiyatro oyuncusu Viggo Mortensen, bu hasletleriyle yetinmeyip kamera arkasına geçti. Senaryosunu yazıp yönettiği, müziklerini hazırlatıp başrolünü oynadığı bu ilk yönetmenlik denemesiyle Mortensen ilgiyle takip edilmeyi hak ediyor.

 

‘FALLING’

Yön-Sen-Müz-Yapımcı: Viggo Mortensen

Gör Yön: Marcel Zyskind

Kur: Ronald Sanders

Oyn: Viggo Mortensen - Lance Henriksen - Terry Chen - Sverrir Gundanson - Laura Linley

 

Şiirden sosyolojiye birçok alanda kitaplar yazan, başarılı fotografçı, ressam, müzisyen, film ve tiyatro oyuncusu Viggo Mortensen, bu hasletleriyle yetinmeyip ‘Düşüş / Falling’ ile kamera arkasına geçti. Senaryosunu yazdığı, müzik partisyonunu hazırladığı, yönettiği, başrol oyunculuğunu ve yapımcılığını üstlendiği bu ilk filmiyle Mortensen, geçen yıl pandemi sebebiyle yapılamayan Cannes Film Festivali’nin ana yarışmasına seçildi.

Danimarka asıllı, New York doğumlu 63 yaşındaki sanatçı, Peter Weir’in ‘Witness’iyle 1985’te başlayan aktörlük hayatında üç kez Oscar Ödülü’ne aday gösterildi. Bu filmler David Cronenberg’in ‘Eastern Promises’ (2007), Peter Farrelly’nin ‘Green Book’u (2019) ve Matt Ross’un ‘Captain Fantastic’i (2017)… Mortensen, aralarında Brian de Palma’nın ‘Carlito Ways’inin de bulunduğu (1993) 60 filmde rol aldı.

 

Mortensen’in ilk yönetmenliği 

Viggo Mortensen, ‘Düşüş’ün senaryosunda, mutlu bir yaşantısı olan bir insanın demans hastası babasını yıllar sonra yanına almasını ve değişime tüm benliğiyle karşı koyan babasıyla ilişkisini anlatıyor. Mortensen bu empati yoksunu, sabit fikirli, kaba, acımasız, asosyal, gaddar, karısı, oğlu ve kızının hayatını karartan karakterini senaryosunda yazarken, belki de sinema tarihinin ‘en kötü baba’ portresini çiziyor.

Viggo Mortensen ‘Düşüş’ün projesinin kişisel bir deneyiminden oluştuğunu anlatıyor. Daha önce verdiği bir demeçte, annesinin cenazesinin ardından eve dönerken annesiyle ilgili daha önce dikkat etmediği şeyler hatırlamaya başladığını ve annesi hakkında düşündükçe babası hakkında da düşünmeye başladığını söyleyen Viggo Mortensen, bu iki karakter hakkında düşündükçe gerçeklikten uzaklaşıp kurmaca karakterler haline geldiklerini ve buradan yola çıkarak kısa bir öykü yazdığını söylüyor.

Mortensen, annesiyle başlayıp gitgide daha çok babası hakkında olmaya başlayan bu öykünün ilk yönetmenlik denemesinin temelini oluşturduğunu ilave ediyor. Dünya prömiyerini Sundance Bağımsız Film Festivali’nde yapan bu düşük bütçeli ve çokça övülen bağımsız yapımın, yerinde kullanılan flash back’leriyle başarılı kurgusu öne çıkıyor. Film, baba-oğul ilişkilerinin muhtelif dönemlerini geriye dönüşlerle aktarırken, bu ikili arasında yaşanan ayrılık dönemine de ayna tutmuş oluyor.

Film, muhafazakâr bir adamla eşcinsel oğlunun hikâyesini konu ediyor. John Peterson (Viggo Mortensen) ve hayat arkadaşı Eric (Terry Chen) evlat edindikleri kızları ile Kaliforniya’da mutlu bir hayat sürmektedir. Çiftçi olan, yalnız yaşamayı seçen huysuz babası Willis (Lance Henriksen) ise, John’un aile yapısından oldukça uzakta, geleneksel bir dünyaya aittir. Willis, emekli olmasının ardından ailesiyle daha yakın olmaya karar verir ve oğlunun daveti üzerine John’un evine taşınır.

Tek başına, kimsenin yardımını istemeden çiftlik işlerine yetişmek konusunda zorlanan Willis’in hayatının bu döneminde, insan ilişkilerindeki zaaflarından kurtulmaya çalışmaya niyetli gözükmediği ve sürekli sorun çıkardığını görürüz. İyi niyetli oğlunun uzattığı barış elini iten, hakarete varan söylemlerini tekrarlayan Willis, John’un ve mutsuz bir evlilik hayatı yaşayan gönlü yaralı kızı Sara’nın (Laura Linley) keyfini kaçıracak her şeyi yapar.

Viggo Mortensen ilk filmini yapan bir yönetmenden beklenmedik bir beceriyle, baştan sona temposu aksamayan, sarkmayan mizanseni ile, oyuncu yönetmedeki ustalığıyla puan topluyor. Ancak baba Willis rolünün yaşlılığını oynayan, Norveç kökenli Amerikalı aktör Lance Henriksen’in performansını kimi eleştirmenler fazla abartılı buldular.

Willis’in gençlik yıllarını canlandıran İsveçli aktör Sverrir Gundanson, ailesine kötü davranan, içinde kötülük barındıran, çevresine mutsuzluk saçan Willis karakterinin hakkını veriyor. Deneyimli aktör ‘Borg McEnroe’ filminde iki ünlü tenisçiden, dünyanın bir numaralısı olan İsveçli Björn Borg’u canlandırmıştı. Laura Linley, bilinen iyi oyunculuğuyla, içine kapanık, uzlaşmacı ama ezik kız kardeş Sara kompozisyonunda oyuncu kadrosunun başarısını tamamlıyor.

Filmin hoş sürprizlerinden biri, ünlü Kanadalı yönetmen David Cronenberg’in sürpriz bir rolde karşımıza çıkması. Kendisine şifa getirmeye çalışan doktoruna kötü davranan huysuz hastayı sabırla dinleyip tolerans gösteren yaşlı ürolog rolünde, David Cronenberg’in filmde kısa bir rolü var.

***

83.  YAŞINDAKİ CASUS

 Bu yıl En İyi Belgesel dalında Oscar adayları arasında yer alan Şili filmi ‘Köstebek Ajan / El Agente Topo’ tüm dallarda yarışan adaylar arasındaki filmlerin en sevimlisiydi. 38 yaşındaki, Santiago doğumlu senaryo yazarı-yönetmen-belgeselci Maite Alberdi bu filmiyle Oscar’a aday gösterilen ilk kadın yönetmen sıfatını kazandı. Alberdi sekizinci uzun metrajlı filminde, verdiği insanın yüreğini ışıtan mesajlarıyla öne çıkıyor.

Filmin tümü amatör, aralarında demans hastalığı çeken 80 yaş üstü oyuncu kadrosuna Alberdi doğaçlama imkânı tanıyor. Bu amatör kadroyu yönetmede olağanüstü bir beceri sergiliyor. İlk gösterimini Sundance Film Festivali’nde yapan ‘Köstebek Ajan’, görebileceğimiz en sevimli casus filmi ve inanılması güç de olsa çok sağlam, gözlemci bir belgesel.

Huzurevinde kalan annesine kötü davranıldığı ve eşyalarının çalındığı iddiasıyla, bir kadın güvendiği bir dedektiften olayın aydınlatılmasını ister. Özel dedektif Romulo, olup biteni anlamak için huzurevine bir casus sokmaya karar verir. Gazeteye ilan verilerek gelecek adaylar arasından en iyisini seçip, bu yaşlı adamı huzurevine yeni müşteri gibi sokacaktır.

Seçimi kazanan 83 yaşındaki Sergio’dan orada olup bitenleri Romulo’ya rapor etmesi istenir. Karizmasıyla huzurevi hayatına kolaylıkla adapte olan sıcakkanlı Sergio, casustan da öte, huzurevinde herkesle yakınlık kurunca işler karışır. Sevimli ihtiyar kısa zamanda huzurevi sakinlerinin gözdesi haline gelir; hatta bir kadından evlenme teklifi bile alır. Sergio’nun buranın sakinleriyle sıkı ve sıcak ilişkiler kurması, kendisini bu iş için kiralayan deneyimli özel dedektifi müşkül duruma sokar. Muntazaman gizlice yaptığı telefon konuşmalarından aktardıklarıyla, dedektif Romulo’ya hırsızlık olayının aydınlatılması kalır.

‘Köstebek Ajan’, yaşlılık, yalnızlık, şefkat ve dostluğa dair insancıl mesajlar veriyor. Filmin tüm yükünü omuzlarında taşıyan Sergio Chamy kendini oynadığı bu rolde harikalar yaratıyor. Bu tonton, sevimli, karizmatik ihtiyar, filmde yine kendilerini oynayan amatör oyuncular gibi, yönetmen Maite Alberdi’nin mizansenine katkıda bulunuyor.

Yönetmen Alberdi yazdığı sağlam senaryoda evrensel ve toplumsal bir sorunumuzu ustalıkla dile getiriyor. Günlük hayatlarını engelleyecekleri endişesiyle yaşlılarını bakımevlerine, huzurevlerine koyan, çok kere onları unutup kendilerini yalnızlığa ve terk edilmişliğe mahkûm eden evlatlar, filmde zarif bir üslupla eleştiriliyor.

Maite Alberdi yalnızca belgeselleriyle değil, birçok yerde yayınlanan film eleştirileriyle de tanınıyor. Akademi En İyi Belgesel dalında Oscar Ödülü’ne, yine bir kadın yönetmenin elinden çıkma ‘Ahtapottan Öğrendiklerim / My Octopus Teacher’ı layık gördü. Netflix’ten izlenebilecek bu filmin meziyeti Güney Afrika sahillerinde üç yıllık titiz ve zor bir çalışmanın ürünü olmasıydı. Ben ‘Köstebek Ajan’ın hakkının yendiği kanaatindeyim.

Son bir not: Filmin 83’lük başrol oyuncusu Sergio Chamy, hayatında ilk kez uçağa binerek yine ilk kez Şili’nin dışına çıkarak, Oscar törenine katılmak üzere Los Angeles’e uçtu. 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün