Gençlik yıllarımda müziklerine hayran olduğum bir topluluktu Talking Heads. Döneminde yenilikçi müzikleri, çok sesli ve caz esintili doğaçlamaları ve bestelerindeki protest söz yazarlığıyla dikkati çeken bir topluluktu.
Topluluğun kurucusu ve solisti David Byrne’nın, adeta müzik teorisi gibi müziğin mekânsal gelişimi ve etkisi üzerine yazmış olduğu kitabı okurken, evimde bulunan geçmiş kayıtlarının tümünü nostaljik bir duyguyla ve keyifle dinledim.
Adı ‘Müzik Nasıl İşler’ olan kitap Mundi Yayınlarından çıktı.
Byrne kitabında, yetenekli bir müzisyen olarak dünya çapında bir topluluk oluşturması ve yıllarca müzik dünyasına katkılarıyla, kariyerden süzdüğü deneyimlerini bir mühendis gibi bilimsel bir metodoloji ile yorumlamış. Byrne müziği yalnızca bir sanat formu olarak ele almıyor; akustik, ekonomik, teknolojik ve sosyal yönleriyle de araştırıyor, tartışıyor.
Müzik Nasıl İşler, müziğin bir iş kolu olarak çarklarının nasıl döndüğü, nasıl geliştiği, toplumların, kültürlerin ve özellikle ‘mimarideki mekân’ gelişimine nasıl uyum sağladığı anlatmakla kalmıyor, şarkıların, senfonilerin, ritimlerin hayatımız boyunca nasıl içimize işlediğini de gözler önüne seriyor.
Mimari ve müzik arasındaki ilişki
Bir müzik topluluğundan çıkan sesin, kapalı bir ortamda, bir dış mekânda veya belirli ses özelliklerine sahip bir ortamda aynı çıkmadığını, mekânın müziğin yaratılmasına ne kadar ve nasıl etkili olduğunu biliyoruz.
Ayrıca tarihsel süreçte mimarinin gelişiminin müziğin gelişim ve değişimine etkin bir şekilde müdahil olduğunu görürüz. Byrne, Afrika’nın ritme dayalı müziğinden başlayarak günümüze kadar değişim sürecinin adımlarını incelemiş.
Mekânın sınırlı olmadığı Afrika’da doğa, insan ve güncel yaşam ritminin töresel özelliklerini de katarak tamamen ritme dayalı müzik üretimlerini ortaya koyar.
Güncel halk ezgilerinden ayrılan müzik gelişiminde gotik mekânlar da kendine yer bulur; büyük katedraller hiç ritmin olmadığı uzun soluklu Gregoryen kantatlarına ağırlıklı sadece insan sesinin semavi tonlarına ev sahipliği yapar. Müzik ve mekânın, Tanrısal gücün yansıtıldığı gotik mimarinin akustik özelliklerinin kullanımıyla geliştiği görülür.
Bach dönemlerinde mekân biraz daha saray boyutu salonlara dönüşür. Gotik katedraller dinsel amaçlarla kullanılırken, orgun müzikalitesiyle büyük saray salonlarına uygun besteler biçimlenir. 1750’lerden sonra müzik sarayla beraber fakat biraz daha halka yöneldiğinde sarayın rokoko etkisiyle bestelenen süslü, hareketli ve kıvrak Mozart müzikleri karşımıza çıkar.
Operanın yaygınlaşması ve halka yayılması birçok disiplinin bir arada sunulmasına gereksinim duymuştur. Büyük orkestra mekânları, localı oturumlarda soylular için yerleşimler, büyük akustik yayılımla birlikte bestelerin de mekâna uygun gelişmekte olduğunu görürüz. Bu izlenme durumlarında ara alkışlar, solistlerin bis yapmaları, beste ve sahne sanatına yön vermiştir. La Scala Binası dönem mimarisinin önemli örneğidir.
Wagner operaları için mekân tasarımları da ona uygun gelişmiş, genelde bu operaların sadece Wagner salonlarında sahnelenmesi gelenek haline gelmişti; Bayreuth Wagner Opera Salonları gibi.
Büyük orkestra eserleri, dev senfoniler ve konçertolar gerçek ve titiz müzik dinleyicileri için konser dinleme mekânı yaratılmasına olanak sağlamıştı. Burada mekân ve keskin bir sessizlik bestenin ve yorumcunun adeta tapınağı olur. Mimaride orkestra alanı büyütülmüş, daha çok enstrümanın bir arada çalması için yer açılmış, izleyici görüş alanına katılmış ve akustik algının en konforlu sunumu için irrasyonel biçimler tasarlanmıştır. Mahler Senfonileri ile başlayan dönemler için yapı tasarımı bu paralellikte birbirini etkilemiştir.
Fakat bakın ki aynı sahnede Bob Dylan da, Scot Joplin de ve birçok caz topluluğu da konser verebilmiştir.
Burada dinleyiciler “tekrar çal” talebinde bulunduklarında, hararetle cazın ritmine kendilerini kaptırdıklarında, o konser dinleme disiplini de ortadan kalkmış, parçalar birçok kez tekrarlanırken bu etkileşimle besteler daha çok doğaçlamaya, solistlerin enstrümanları ile yapıtın bütününe boyut katmasına olanak sağlanmıştır.
Bu da, cazda daha farklı bir özgürlük algısı yaratmış izleyicinin katılımına olanak sağlamıştır. Bu gelişme küçük salon, bar gibi izleyicinin seslerini yükseltip müziğe katılmalarına, bu arada içkisini de içebileceği mekânlarda icra edilir şekle dönünce besteler de o yöne evrilmiştir.
20. yüzyılın ikinci yarısında mikrofonun gelişmesiyle bazı yorumcuların bu aletin ses efektlerine katkısını kullanması olmazsa olmazları olduğundan besteler, de bu tınıya uygun değişim gösterir. Frank Sinatra, Chat Baker gibi solistlerin ses efektine uygun müzik bestelenir.
Daha sonra müzik kayıt tekniğinin gelişmesiyle, orkestra ve soliste gereksinim duyulmadan her mekân için konser ortamı yaratılır. Gelişmiş amfiler hoparlörler ve DJ’lerle disco ortamı denilen mekânlar gelişir. Müzik yüksek volümlüdür ve kişiler dans ederken, müziğe katılırken değişim mimariyi etkiler ve mekân olgusu müziğin gelişimine uygun bir biçim alır.
Canlı performansların gerçekleşmesi ve kalabalık kitlelere hitap etmesi ile stadyumlar, basketbol sahaları artık konser mekânı olurken arenalar akustik olarak korkunç bir çaresizliğe düşer.
Sesin kapalı olmayan bu mekânlarda yüz binlerce kişiye ulaşması teknolojik gereksinimler doğurur. Bu gereksinimler ve işitsel koşulların sağlanabilmesi ile bestelerinde ortaya çıkması bu ortamların koşulları ile farklılaşır. Bu mekânlarda özellikle U2, Queen, Cold Play gibi topluluklar üst düzey bir akustik teknolojiyle halka ulaşır. Besteler ise bu ortam algısını kolaylaştırmak için ağırlaşır, orta hızda kalır, kulağa soluklu dinlenebilir gelmesi sağlanır. Bu da binlerce kişiye sosyal bir duyumsama ve müziğe katılım arzusu yaratır.
Oysa bugün gelişen dijital müzik ve MP3 teknolojisi müziği istediğimiz mekânda dinleyebilmeye olanak sağlamakta. Sese, volüme ve balansa kontrolü kişiselleştirmesinden ötürü mekân seçimi kişiye özgü kalır. Ve artık hoparlörlerin türleri ile yaygınlaşan müzik mimari yapı ile beden ve işitsel koşulları arasında ortak yaratma zorunluluğundan sapar.
Artık Carnegie Hall’de dinlenen müzik ritüeliyle bireysel yaklaşımla dinleme alışkanlığı birbirinin özgür alanlarını yaratır.
Sonuçta mimari, mekân ve teknolojiyle bir uyum yaratma ihtiyacı, seslerin birikimiyle oluşan müziğin insan duygu dünyasına etkisini tutku ve sevinç yaratarak oluşturdukları sürece müzik de mimari de her zaman var olacaktır.