Şimdi başka işlerde çalışan, o zamanlar Bilgi Üniversitesinde ders veren bir arkadaşım, çok yıllar önce, bazı konuları anlatmam için beni sınıfına davet etmişti. Karşımdaki genç öğrencilere estetik konusunda, sanat kuramları hakkında bir şeyler söylüyordum ki, ansızın camdan dışarı baktım. Bir ilkbahar akşamüstünde gördüğüm öyle Bizans’ı boydan boya etkileyerek imparatorluk rengine de dönüşmüş erguvan renkli gün ışığı değildi. Evet, aradaki Latin İmparatorluğunu saymazsak üç imparatorluğa başkentlik yapmış İstanbul’daydık ama camdan ötesinde tamamlanmış, bitmiş, içine insanların girip oturduğu devasa bir bina görünüyordu. Fakat asıl sorun binanın o cama sığmayan arka cephesinin müteahhit tarafından çırılçıplak bırakılmış olmasıydı. Besbelli ek masraf çıkmasın diye o zat binanın o yüzüne bir boya bile sürmemiş, sıva çekmemiş, öyle inşaat halinde bırakmıştı. Düşündüklerimde bir yanlışlık olmadığını sonradan sorup soruşturup teyit etmiştim.
Binayı görünce alt üst oldum. Karşımda duran pek de ilgili görünmeyen gençlere ben estetikten söz ederken onlar bu binaya bakıyordu. Sadece bu bina mı, gördükleri her şeyde akıl almaz bir çarpıklık, adıyla söyleyelim çirkinlik vardı. Estetiğin asla erişilmediği, görülmediği bir kentte dolaşıyor ve yaşıyorlardı. Benim ustalar ustası Shakespeare kadar ona da layık gördüğüm adla ‘ozan’ (‘the bard’) (ama ‘eski ozan’ adı galiba ona daha çok yakışıyor), bir yanıyla Tarabyalı Kavafis sanki onlar için yazmıştı: “Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, /aynı mahallede kocayacaksın;/aynı evlerde kır düşecek saçlarına.” Evet, bu plansız, düzensiz, usulsüz, erkânsız büyüyen şehirden asla kopamayacaklardı, bu kent arkalarından gelecekti.
Camdaki ‘resim’i ‘idrak edince’ dersi bitirdim. Bizler suskun ve mahcup insanlarız. Öyle yetiştiriliriz. Çocuklar ders sonunda soru sormaz. Ben de çoğu zaman hiç o sordun-sormadın çekişmesine girmem, soru almadan dersten çıkarım. (Bu özgül bir pedagojidir. Sorusu olan çocuk mutlaka sizi bulur ve biz de zaten ‘o’ öğrenciyi arıyoruzdur.) O gün de öyle yaptım. Ardında, etrafımdakilere bu binayı sordum, bana “Ooo, daha neler var” dediler. Çıkıp etrafında dolaştım. Orhan Pamuk’un sonradan Kafamda Bir Tuhaflık isimli romanında çok lezzetli şekilde anlattığı gecekondulaşma sürecinin geç kalmış bir mahallesi olarak Kuştepe azmanlaşarak büyüyordu. 20 yıl sonra şimdi zaman zaman oradan geçiyorum. O günkü hayretim yerini artık içli bir sessizliğe bırakmış durumda.
Derdim ‘İstanbul’a ne oldu’ diye soran on binlerce yazıya bir yenisini eklemek değil. İstanbul konusunda Mithat Cemal Kuntay’ın sözünü bir kere öğrendim, sindirdim ve ötesini bıraktım: “Bu şehirde doğanın yaptığı her şey ulvi, insanın yaptığı her şey süfli!” Gerçekten daha ötesi yok. Toplumun her alanında taş üstünde taş bırakmayan radikalizmiyle Cumhuriyet modernleşmesinin elini sürmediği bu kenti 1950’den itibaren ‘muhafazakârlar’, çok iyi bildiğimiz sosyolojik nedenlerle, alt üst ettiler.
19. yüzyıldaki kentleşme hareketini kaçıran şehirlerin asla iflah etmediğine inanırım ve bu görüşümü çok yazdım. İstanbul’un büyük talihsizliği budur. TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nce yayımlanan ve Şener Özler, Yıldız Uysal ve Cevad Özdil’in hazırladığı Cumhuriyet Dönemi İstanbul Planlama Raporları 1934-1995 bu kent için yorulan akılların bir dökümüdür ve onlara bakınca Haldun Taner’den naklen Sakallı Celal’e aittir diye bildiğimiz “Bunca cehalet ancak tahsille mümkündür” fehvasının doğru olduğuna insan kalıbını basıyor.
Evet, bütün bunları geçiyorum ama bunlara bağlı bir başka sorunu değirmen taşı ağırlığınca içimde dolaştırıyorum: bunca estetik dışı, haydi öyle söyleyeyim, estetiksiz bir kentte, toplumda yaşayan insanlar nasıl bir bilinç geliştirebilir, ne tür özellikler taşıyabilir?
Keşke bu soruyu uzun boylu yanıtlayacak imkânım olsaydı. Bu durumun sosyolojiyle, kültür tarihiyle olan ilişkilerini keşke uzun uzun anlatabilseydim. Mümkün değil. Mesele üstünde kimseler düşünmediğinden verecek referans da bulamıyorum. Oysa hayati derecede bir sorundan söz ediyoruz. O çok küçümsenen ama kendisine özgü bir kültürü ve estetiği olan taşradan daha beter durumda olan ve Falih Rıfkı Atay’ın zamanındaki adlandırmasıyla bu ‘büyük köy’ mevcut estetik problemiyle toplum için akıl almaz bir ‘tehlike’ arz ediyor. Bakın neden...
Estetik bir terbiyedir. Temeli klasiğe dayanır. Saf bir estetik kategoriden söz edip de klasikle ilişkilenmeyen koşul bulunmaz. İnsanlık güzel kavramını, güzellik duyusunu taş üstüne taş koyarak geliştirdi. Her estetik duyum dönemlerle, politikalarla, sosyolojilerle iç içedir. Estetik kopmalar politika olarak reddedişlere dayanır ama geçmiş her estetik hareketin özünü meydana getirir. Ne kadar yenilikçi, güncel, çağcıl olsa da estetik bir köprü ve bir zincirdir. İnsan estetik kompozisyon içinde farkında olmadan bu birikime temas eder. Estetik terbiye şiddetin en önemli engelidir. Evet, şiddete dayalı bir estetik vardır, Mishima’lar, Sade’lar, Genet’le onu yazmıştır ama o en üst düzeyde bir felsefe problemine tekabül eder, öyle sıradan kötülüğün hakimiyeti anlamında bir estetiğe değil.
Okullarda estetik öğretmiyoruz. Estetik kurguyu hazırlayan edebiyatı, müziği, görselliği kuşaklardan kaçırıyoruz. Edebiyat veya müzik bilgisi estetik duyuşu kurmaya yetmez. Hatta ilgisi yoktur. Türkiye bu çabadan kendisini azat edince geriye sokakları saran folklorik ve lumpen kültürü kalıyor: otantik, ne kentli ne köylü, kiçe yaslanmış, muhakkak ki kendisine özgü ama konuştuğumuz bağlamı karşılamayan bir kültür. Şimdi sokaklarda görülen hoyratlık, kaba sabalık hatta yıkıcılık bu eksiğe dayanır. Kim ne derse desin hakikat budur. Estetiği yok sayan bir toplumun şiddet ve derbederlikten başka bir şey üretmesi olanaksızdır. Son kertede insan kendisine yakışanı yapar. Yakıştırma ise bir estetizasyon değil midir?
Denizdeki müsilaja, sosyal medyayı kaplayan Brezilya dizileri gibi beklenen ve onlardan beş beter videolara bakınca ben bunları düşündüm.