EDAM Güvenlik ve Savunma Programı Direktörü Dr. Can Kasapoğlu ile Türk savunma sanayini, Türk SİHA´larına yönelik artan ilgiyi ve yapay zekanın kullanıldığı drone´lar meselesini konuştuk. Ayrıca, Azerbaycan´ın artan bölgesel gücünün yanı sıra, Türkiye´nin ABD, Rusya ve İsrail ile ilişkisi de söyleşimizin gündemindeydi...
Türk Savunma Sanayi ve özellikle Türk SİHA’ları bugünlerde bir hayli tartışılıyor, bir savunma başarısı olarak tanımlanıyor. Türk drone’larının teknik yapısı üzerinden yetenekleri neler?
Türk sistemlerinin başarısının arkasında yatan birkaç temel var. Bunlardan ilki, fiyat-kalite dengesi diyebileceğimiz, savunma ekonomilerinin üzerine getirdikleri yük ve muharip kapasite. Libya, Suriye, Irak, terörle mücadele operasyonları örneğinde, en son Karabağ’da, bir konvansiyonel harp durumunda, Türk drone sistemlerinin binlerce uçuş saatine dayanan çok ciddi bir tecrübeyle geldiğini görüyoruz. Bu muharip tecrübe, uluslararası silah pazarlarında çok öne çıkan bir özellik. Türk sistemleri, uygun fiyatlara, birçok ülkenin kendi savunma ekonomilerini zorlamadan alabilecekleri ama kısa dönemde binlerce uçuş saatine yayılan ciddi bir tecrübe sunan, dolayısıyla burada son kullanıcıyı envantere neler getirebileceğine ilişkin yanıltmayan sistemler. Tabii ikinci temel kriter, Türkiye’nin ortak üretim ve teknoloji paylaşımı konusunda birçok ülkeye göre (özellikle Batılı pek çok ülkeye göre) çok daha cömert olması. Üçüncü temel kriter, Türk sistemlerinin bir ekosistemin ürünü olması. Buradan da kastımız şudur; evet Baykar, TUSAŞ, bunlar önemli drone üreticileri. Ama Baykar TUSAŞ dışında, Türkiye yabancı bir silah pazarına girdiğinde, birçok aktör ile giriyor. Örneğin ASELSAN yapımı çok üst düzey performans gösteren sensör sistemleri, ROKETSAN yapımı akıllı mühimmat. Zira biz Karabağ’da, Suriye’de Türk drone’larının hedeflerini yüksek başarıyla vurduklarını gözlemledik. Burada tabii platform kadar önce hedefleri algılayan, ağ merkezli bir mimari içerisinde bu hedef tespit, istihbarat-keşif çalışmasını yapan sensörler, aynı zamanda bu hedeflere doğrudan çok yüksek isabet oranı ile yönelen ve aynı zamanda bu sistemlerin sınırlı harp yüküne sığdırılabilen akıllı mühimmat var. Dolayısıyla Türkiye, Polonya, Ukrayna ve Azerbaycan örneklerinde görüldüğü üzere yalnızca bu sistemleri, bu platformları değil, aynı zamanda akıllı mühimmatı ve sensörü ile büyük bir ekosistem marifetiyle servis sağlıyor. Bu açıdan Türk savunma sanayinin, özellikle robotik çözümler ve drone’lar hususunda çok ciddi bir doygunluğa ulaştığını görüyoruz. Son olarak şunu söyleyebiliriz: Türkiye, özellikle silah satışlarında yine Batılı ülkelerle kıyasla siyasi ön şartlar, içeride bürokratik mekanizmalar hususunda son derece cömert, cazip bir ülke. Bütün bu faktörlerin bir araya gelişi, yani özetlemek gerekirse savunma ekonomisi, muharip kapasite, muharip tecrübe, bir drone harbi / robotik harp ekosistemine sahip olması ve aynı zamanda teknoloji transferi, ortak üretim gibi pazar ülkenin savunma endüstrisini destekleyecek hususlara olumlu yaklaşması ve en nihayetinde savunma satışlarına karar verirken pratik bir bürokratik sistemi olması nedeniyle özellikle drone ihracatı hususunda Türkiye ön plana çıktı.
Türkiye, insansız sistemler konusunda akıllı teknolojilere yatırım yapıyor. Bu durumun sonucunda Türkiye’nin askeri yeteneğinin yanı sıra prestiji artıyor diyebilir miyiz? Bu başarı hikayesi Türkiye-ABD ilişkilerini zehirleyen S-400 alımı ve F-35 projesinden çıkarılması ile yaşadığı kaybı telafi edebilir mi? Bu sayede Türkiye etki alanını genişletebilir mi?
İki konuyu birbirinden ayırmak lazım; Türkiye’nin robotik sistemlerde şu anda sahip olduğu taktik ve orta sınıf robotik sistemlerle 5. nesil bir uçak projesinden beklediği askeri fayda. Türkiye’nin insansız sistemler başarısı yadsınamaz. Türkiye insansız sistemler sayesinde Suriye’de belki geçmiş yıllarda büyük birliklerin harp sahasında kullanılmasıyla elde edilebilecek ve doğal olarak ciddi kayıpların da beraberinde geleceği bir askeri başarı elde etti. Libya’da iç savaşın gidişatını değiştirdi. BM tarafından tanınan birleşik hükümeti, General Hafter’in eline düşmekten kurtardı. Irak’ta yürütülen terörle mücadele harekâtında insansız sistemlerin çok ciddi rolünün olduğunu görüyoruz. En nihayetinde de Karabağ’da onlarca yıl süren bir işgal gerek Türk yapımı gerekse İsrail insansız hava sistemlerinin ciddi katkısıyla Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri’nin büyük ölçüdeki taarruzu sonucu, büyük ölçüde son buldu.
Öte yandan, F-35 projesinin Türkiye’ye getirebilecekleri bambaşka yeteneklerdi. 5. nesil hava gücü yeteneklerinden söz ediyoruz burada. Bunun dışında tabii F-35 programı kapsamında birçok Türk firmasının milyarlarca dolarlık bir portföyü yönettiği de unutulmamalı. Türkiye hazır alım yapan bir ülke değildi. Dolayısıyla savunma sanayinin de çok ciddi kazanımları vardı. Bir de Türkiye sadece hava kuvvetleri için değil, aynı zamanda deniz kuvvetleri için TCG Anadolu amfibi taarruz gemisini bir mini uçak gemisi olarak kullanmak için de F-35 savaş uçağının D-varyantını gündemine almıştı, bunu da biliyoruz. Dolayısıyla F-35 projesinin bir ikame olduğunu söylemek askerî açıdan henüz mevcut teknoloji ile mümkün değil. Önümüzdeki on yıl neler getirecek, insanlı sistemler, insansız sistemlerin yerini alacak mı, bunu göreceğiz.
İşin prensip kısmına gelirsek, insansız sistemler Türkiye’nin yalnızca stratejik ihracat kapasitesinin veya silah satışlarının önemli bir bölümünü değil, bizim son dönemde popüler terimle ifade ettiğimiz üzere Türkiye’nin tekno-milliyetçiliğinin çok önemli bir unsuru. Bunun da anlaşılabilir nedenleri var. Bunlardan biri sektörün liderlerinden birinin yaptığı bir tekno-politik analiz. Bu analize ben de katılıyorum. Şudur özü; Türkiye, sanayi devrimi sonrası dönemin (hem imparatorluk hem Cumhuriyet dönemi) kaybeden tarafındaydı. Kendi milli tankını henüz yapabiliyor, envantere girmiş değil. Kendi milli savaş uçağını henüz yapabiliyor, envantere girmiş değil. Ama 21. yüzyılda robotik harp, akıllı sistemler, insansız sistemler açıkçası bir paradigma alanında sıçrayışa neden oldu. Türkiye burada doğru bir yerde durdu, doğru bir atılım gerçekleştirdi. 1990’larda yüzde 80’e varan dışa bağımlılıkta, bugün milyonlarca dolarlık, üstelik insansız sistemler gibi 21. yüzyılın yeni, parlak, ışıltılı silah sistemlerini satan bir ülke konumuna geldi. Bu, drone yeteneklerini tekno-milliyetçiliğimizin önemli bir noktasına getiriyor. Bu bir prestij unsuru, ama çok daha fazlası tekno-milliyetçiliğin özü.
Şunun da altını çizmek lazım; bu tam anlamıyla bir akıllı güç (smart power) unsuru. Türkiye kendi robotik harp kapasitesini hem kinetik olarak (düşman unsurlarını harp sahasında imha etmek için) kullanıyor, hem de aynı zamanda bir enformasyon harbi/bilgi operasyonu unsuru olarak kullanıyor. Hatırlayın, PKK’ya karşı Suriye’de yürütülen Zeytin Dalı Harekâtı, Barış Pınarı Harekatı’nda, ardından Suriye Arap Silahlı Kuvvetleri’ne karşı cezalandırıcı nitelikteki bir harekât olan Bahar Kalkanı Harekatı’nda drone’lar sadece düşman hedeflerini vurmakla kalmadılar, aynı zamanda düşmana ilişkin ve düşmanın sahada nasıl imha edildiğine ilişkin verileri sürekli paylaştılar. Aynı şekilde Karabağ Savaşı’nda Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri’nın Twitter hesabı drone görüntülerini çekildikten kısa bir süre sonra bir enformasyon harbi unsuru olarak paylaştığını gördük. Dolayısıyla insansız hava araçlarının hem ülkenin yumuşak gücüne hem de sert gücüne hizmet eden bir akıllı güç unsuru olarak ön plana çıktığını görüyoruz.
Cumhurbaşkanı Erdoğan “Türkiye, tarihinde ilk kez NATO ve AB üyesi bir ülkeye İHA ihraç edecek” dedi. Türkiye’nin Polonya’nın yanı sıra Ukrayna’ya da yapacağı satışı ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinin ilgisi düşünüldüğünde, Rusya’yı çevreleme amacı güdüyor olabilir mi? Bu sayede ABD ile ilişkilerini düzeltme isteği ve Türkiye’nin NATO için önemini hatırlatma adımı olarak tanımlayabilir miyiz?
Gerçekten de sayın Cumhurbaşkanı’nın ifade ettiği üzere Türkiye’nin drone ihracatının NATO ülkelerine uzaması çok önemli. Burada iki hususun altını çizmek lazım. Polonya, sıradan bir NATO ülkesi değil. Polonya hem NATO içerisinde Rusya’ya karşı çok sert bir askeri siyasa izlenmesini savunan, Moskova ile NATO arasındaki ilişkilerde milli güvenlik siyaseti ve dış politika konusunda daha şahin kanatta yer alan bir ülke, hem de NATO’nun Doğu kanadında ciddi bir etkiye sahip. Nitekim Polonya’nın yaptığı bu alımdan sonra, NATO ülkesi olmayan ama Kırım’ın işgalinden sonra NATO’nun özel önem atfettiği bir ülke olan Ukrayna’nın Türk drone’larına olan ilgisini de bu noktada atlamamak lazım. Polonya’nın alımından sonra bir Baltık ülkesi olan Litvanya’nın, Rusya ile doğrudan bir tehdit algılaması içerisinde olabileceği gösterilen Romanya’nın Türk drone’larına ilgi göstermesi ve özellikle Baltık pazarının Türkiye’ye açılma ihtimalinin ve bu ihtimalin son derece güçlenmesi önemli.
Burada ön plana çıkan ve görmemiz gereken unsur da şu; Türkiye’nin, S-400 alımından sonra Batı’da Türkiye’nin NATO üyeliğinin neredeyse sona ereceği, Türkiye’nin kesin bir eksen değişikliği içerisinde olduğu gibi yorumlar yapıldı. Bu yorumlar aslında tek taraflı ve konunun büyük jeopolitik boyutlarını görmekten uzaktı. Çünkü Türkiye’yle Rusya Federasyonu arasındaki ilişkiler hem komplekstir hem de kompartmantizasyona dayanır. Yani bu iki ülke S-400 alanında işbirliği yaptılar, diğer belli konularda da işbirliği yapıyorlar, ama Libya’da karşı saflarda idiler. Suriye’de hala aralarında fikir birliği yok. Türkiye Kırım’ın uluslararası hukuka aykırı şekilde işgali konusunda, hatta 2008’de Gürcistan topraklarının Rusya tarafından işgali konusunda NATO içerisinde en ciddi tepkilerden birini veren ülkelerden birisi. Açıkçası, Türkiye’nin S-400 alımına teknik gerekçelerle karşı çıkmış biri olarak ben de Batı’da S-400 alımının Türkiye’nin NATO’ya ilişkin bütün vizyonunu tanımladığına ilişkin yorumları son derece miyop ve dar buluyorum. Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkiler belirttiğim gibi son derece karmaşık. Örneğin Rusya’nın Türkiye’nin Ukrayna’ya olan drone satışından memnun olmadığını biliyoruz ama bu Türkiye’nin geri adım atmasına neden olmadı. Bu durum aynı şekilde Polonya için de geçerli. Polonya’dan sonra NATO’nun Doğu kanadındaki diğer ülkelere de Türk drone’larının teşmil edilebileceğini biliyoruz. Polonya’ya yönelik satıştan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bu satışın özellikle bir NATO ülkesine yapıldığını söylemesi yine belirttiğimiz hususun bir göstergesiydi. Bundan sonra diğer NATO ülkelerinin, özellikle Doğu kanadı ülkelerin, Polonya’yı takip etmesini bekliyorum. Bu Türkiye’ye hem ciddi bir prestij sağlayacaktır hem de Türk drone’larının çok çeşitli pazarlara ulaştığını da gösterecektir. Bakın başka bir drone üreticisi, TUSAŞ, en son Tunus’la Kuzey Afrika pazarına girdi. Baykar, Ukrayna ve Polonya’ya sattığı, önemli bir silah sistemi olan Bayraktar TB2 ile Katar’a yani Körfez Pazarı’na girdi. Azerbaycan da çok ciddi bir başarı. Zira, Azerbaycan’da bir başka öncü drone üreticisi olan İsrail de girmiş durumda. Dolayısıyla, Türk çözümlerini çok çeşitli yerlerde görüyoruz. Bundan sonra belki de Asya pazarından gelecek başarılar Türkiye’nin önünü bu sektörde ciddi şekilde açacaktır diye düşünüyorum.
Türk drone’ları Suriye, Libya ve Dağlık Karabağ’da kullanıldı. BM’nin Mart 2020’de hazırladığı Libya ile ilgili raporunda yapay zekanın kullanıldığı yani drone’u kontrol eden bir insanın olmaması ihtimali, yeni bir tartışmayı da beraberinde getirdi. İlk kez tamamen yapay zekâ ile işleyen bir silah sisteminin savaş alanına girmiş olması konuşuluyor. Durum tam olarak nedir? Ve bu durum eğer gerçekse tehlikeleri nedir?
Belirtilen drone, STM yapımı bir Kargu-2. Bu olay birkaç açıdan önemli ama konuya en başından açıklık getirmek gerekiyor. Burada, firmanın da belirttiği gibi tam bir otonomiden söz etmiyoruz. Fakat şunun da altını çizmek lazım; özellikle robotik sistemlerde otonomi, siyah ya da beyaz gibi kesin bir ayrıma dayanmaz ve bir gri alanda çeşitli nüanslar ile bulunur. Dolayısıyla bir sistem otonom veya otonom değildir’den çok, hangi otonomi derecesindedir diye değerlendirilir. Kargu-2’nin ciddi bir otonomi derecesi olduğunu görüyoruz ama elbette bu durumda, Libya’da, insan unsurundan tamamen bağımsız, hedefi kendisi tespit edip, hedefe angaje olmaya karar verip ve hedefi imha etmeye karar verdikten sonra harekâtı hiçbir insan olmadan gerçekleştirdiğini söylemek mümkün değil. Burada, otonominin daha çok hedef tespit hususunda kullanıldığını görüyoruz. Türkiye’nin Kargu-2 ile Libya’da gösterdiği örneğin otonomi derecesi büyük ihtimalle human-on-the-loop. Dolayısıyla hedef tespitin platform tarafından, yapay zekâ algoritmaları tarafından yapıldığı fakat son angajman kararının, hedefi imha kararının insan tarafından verildiği bir durumdan bahsediyoruz. Bu yine de önemlidir.
Kargu ailesi ile gösterilen başarının birkaç boyutu var. Bunlardan biri, askeri fütürizm diyebileceğimiz, Türkiye’nin bir sonraki, yine Baykar tarafından üretilen, Akıncı drone’unun 1,5 tona yakın bir faydalı yük kapasitesi olacak olan bir ana gemi olarak kullanılıp, Kargu veya Alpagu’nun (bu örnekte Alpagu, aynı firma tarafından üretilen sabit kanatlı bir platform) bir Akıncı sahasından atılması ve swarming dediğimiz, bir süzülme davranışı göstermesi söz konusu idi. Dolayısıyla böyle bir amaca erişmek için iyi bir başlangıç diyebiliriz. İkincisi, Türkiye’nin özellikle Kargu gibi taarruz, kamikaze silah sistemlerinde otonomi hususunda geldiği seviyeyi göstermesi durumunda da ciddi bir seviyedir. Dolayısıyla, bu açıdan da önemli. Otonom sistemler üzerindeki tartışmalar tabii ki sadece Türkiye özelinde değil. Dünyada otonom ve robotik sistemler özellikle bizim yükselen teknolojiler dediğimiz segmentte şu anda trend olan, tartışılan en önemli konulardan biri. Bunun getirdiği bir takım soru işaretleri elbette var. Bunlardan ilki, bu sistemlerin harp sahasındaki hatalarına ilişkin sorumluluğun kimde olacağı. Harp sahasında görevli olan komutana mı, üretici firmaya mı, yazılımı yapan teknoloji ekibine mi yoksa silah sistemi bölgede konuşlandırmaya karar veren siyasi-askeri yetkililere mi? Bu sistemlerin ne şekilde sınırlandırılacağı ikinci bir soru işareti. Zira otonom sistemlere ilişkin genel olarak insansız sistemlere ilişkin henüz elimizde bir silahsızlanma veya bunun önlenmesi için bir hukuki çerçeve yok. Ama etik konuları ve uluslararası konuları bir kenara bırakırsak, tekno-savunma trendlerinin açıkçası yüksek otonomiye dayalı sistemlere yöneldiğini söylemek mümkün. Burada Türkiye’nin de ciddi bir ivmesinin olduğunu görüyoruz. Tabii diğer yanıtlarımda da belirttiğim gibi, altını çizmemiz gereken nokta şu; Türk robotik sistemleri harp sahasında denenerek gelişen sistemler. Burada hem son kullanıcının hem de üreticinin bu sistemlerin artısını eksisini görmesi, yeni sistemlerin gerçek çatışma koşullarında denenmesi çok önemli. Libya da gerçekten bu hususta ciddi bir tecrübe sahası oldu.
Türkiye’nin drone’larını kullanan ülkelerden biri olan Azerbaycan’ın dış politika tercihleri, önemli bir enerji oyuncusu olduğu göz önüne alındığında, ABD ve NATO’yu da destekleyebilecek yeni bir bölgesel güç olduğu söylenebilir mi? En son, iki müttefiki olan Türkiye ve İsrail’in ilişkilerini düzeltmeleri için arabulucu olma teklifinde de bulunmuştu.
Azerbaycan gerçekten de milli güvenlik siyasası ile, doğru tercihlerle, sınırlı bir ülke kapasitesi ile nasıl jeopolitik sonuç alınır, bu konuda en son Karabağ Savaşı’nda neredeyse ders vermiş bir ülke. Öncelikle şuradan başlayalım, Türkiye ile Azerbaycan arasında bir millet, iki devlet diye ifade ettiğimiz çok önemli ilişki, en son Karabağ Savaşı’nda sadece retorik ile sınırlı olmadığını, askeri-stratejik ölçüde de sonuç alabildiğini gösterdi. Bu gerçekten iki taraf ve Türk dünyası için önemli. Türkiye’nin Türk dünyasına liderlik etme, Türk dünyasının sorunlarını çözmekte ayakları yere bastığını, gerçekten sonuç alabildiğini gösterdi. Dolayısıyla bunu bütün objektifliğiyle ortaya koymak lazım. İkincisi, Azerbaycan güvenlik siyasetinde Rusya’yı dengelemek ve Ermenistan karşısında askeri kapasitesini geliştirmek adına, iki tercihin ön plana çıktığını görüyoruz. Bunlardan birincisi, Türkiye Azerbaycan’ın doğal stratejik müttefikliği, özellikle Türk savunma sanayiinin robotik unsurlarının yükselen trendlerinin Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri’nin muharip yeteneklerinde ciddi bir artışa neden olduğunu görüyoruz. Tabii bu yalnızca silah satışları ile açıklanabilecek bir faktör değil. İki hususun altını çizmek lazım; bunlardan biri, Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri’nin TUR-AZ Kaplan’ı, TUR-AZ Şahin’i gibi tatbikatlarda yine Nahçivan’da düzenlenen kara harp unsurlarının katıldığı tatbikatlarda ve birçok ortak ikili askeri faaliyetler ile sistematik bir entegrasyona gittiğini görüyoruz. Dolayısıyla burada yalnızca iki devlet, bir millet değil, neredeyse artık bir orduya giden askeri entegrasyondan bahsediyoruz. Tabii bir de bir askeri jenerasyon var. Bu askeri jenerasyon, on yıllar boyunca Türk kurumlarında eğitim görmüş askeri personelden oluşuyor. Dolayısıyla Türkiye Azerbaycan askeri ittifakında silah satışlarının, iki ülke kamuoyunda mevcut duygusal bağların ötesinde, sistematik bir askeri entegrasyon unsurunun da var olduğunu görüyoruz.
Azerbaycan, Türkiye ve İsrail’in ilişkilerini düzeltmeleri için arabulucu olma teklifinde de bulunmuştu…
Azerbaycan’ın, stratejik tercihlerinden biri de İsrail. İsrail’in Azerbaycan ile ittifak ilişkileri gerçekleştirmek için birçok nedeni var. Bunlardan biri Azerbaycan’ın İran’ı da çevreleyen, ikincisi de Kafkasya’da çok kilit bir ülke olması, üçüncüsü de tam olarak karşılık gelmese de, 90’larda Türkiye’nin İsrail’e sağladığı yakınlığın İsrail dış politikasına getirdiği stratejik fayda. Burada Türkiye’nin milli kapasitesi, ekonomisi, jeopolitik konumu, uluslararası sistem içindeki yeri, Azerbaycan’dan daha önde, ama kategorik olarak baktığımızda İsrail’in 2000’li yıllarda yanında yine laik, Batı oryantasyonu olan, Türkiye gibi birçok Batılı kurumla ilişkisi olan, demokrasisi hususunda problemler olsa da modernite çerçevesindeki yaklaşımı ilerlemeci olan, ülkesinde bir Yahudi gelenek ve nüfus bulunan, buna karşı son derece hoşgörülü bir Türk devleti olan Azerbaycan vardı. Dolayısıyla bu noktada İsrail için önemli olan bir başka husus da İran’a komşu olan bir devlet olmasıdır. Tabii insan şunu sormadan edemiyor; 1990’lardaki Türk-İsrail stratejik ittifakına sahip olsaydık ve buraya bir de İsrail-Azerbaycan ile Türkiye-Azerbaycan arasında gelişen ilişkiler içindeki kardeşlik bağları eklemlenseydi, acaba bu üçlü sinerjinin meydana getirebileceği jeopolitik sonuçlar da neler olurdu.
Burada Azerbaycan, Türkiye-İsrail ihtilafında bir arabulucu olabilir mi? Açıkçası, olabilir. Olmaması için bir neden yok ama Türkiye-İsrail ihtilaflarının da teşhisini doğru koymak gerekiyor. Ben Türkiye-İsrail rekabetinin doğal bir jeopolitik gereklilik olduğunu düşünmüyorum. Örneğin Türkiye-Rusya rekabeti veya Türkiye-İran rekabeti doğal bir jeopolitik gerekliliğin ürünü. Zira bu bahsettiğim aktörlerin hinterlantları birbirleriyle çakışıyor. Örneğin Orta Asya’da Türk-Rus güç mücadelesi günlük siyasi tercihlerle aşılamayacak, coğrafi temellere dayanır. Aynı şekilde hem Kafkasya’da hem Ortadoğu’da Türkiye-İran rekabeti, Cumhuriyet dönemini de aşan, Türkiye’nin İmparatorluk döneminde, İran’ın da imparatorluk döneminde kökleri olan bir jeopolitik mücadele alanı. Ancak açıkçası, Türkiye-İsrail arasında böyle bir jeopolitik ihtilaf zemini yok. Dolayısıyla bunun bir taraftan ideolojik tercihler, diğer taraftan da hükümetlerin siyasaları arasındaki çelişkiler ve çatışmalardan kaynaklandığını görüyoruz. Dolayısıyla bunların ortadan kalkması için bir arabulucuya ihtiyaç dahi olmaması gerekir. Zira iki ülkenin, Türkiye ve İsrail’in birbirlerinden taleplerinin karşılanamayacak beklentiler olmadığını düşünüyorum. Ama Azerbaycan diplomasisinin burada devreye girmesi, en azından Türkiye ve İsrail arasındaki mevcut durumun ve soğuk rüzgarların daha kısa sürede aşılması için bir itici güç olabilir. Türk-İsrail stratejik ittifakının ne tip jeopolitik sonuçlar ürettiğini 1990’larda, örneğin Hafız Esad Suriye’sine karşı bu ittifakın Abdullah Öcalan’ı bu ülkeden çıkartabilecek bir manivela görevi gördüğünü müşahede ettik. Bunun gibi birçok örnek vermek mümkün. Dolayısıyla bu stratejik ittifakın yeniden restore edilmesi karşısında günlük siyaset dışında çok büyük engeller de olmasa gerek diye düşünüyorum.
Biden ile Erdoğan arasındaki görüşmeyi nasıl değerlendirirsiniz?
Açıkçası ABD Devlet Başkanı Joseph Biden ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki görüşmenin sonuç üretmesi konusuna, gereğinden fazla anlam yüklendiğini düşünüyorum. Zira Türkiye ile ABD arasındaki sorunlar o kadar kompleks ki, örneğin, tek bir görüşmede S-400 alımına ilişkin görüş ayrılıklarının, Suriye’ye ilişkilerin askeri-siyasa farklılıklarının, Türkiye ve ABD’nin birbirlerinden beklenti ve şikayetlerinin karşılanması mümkün değildi. Oysa, bunun mümkün olduğu dış politika ilişki biçimleri var. Örneğin, Trump ve Erdoğan arasındaki üst düzey diplomasinin ön plana çıktığını gördük. Buna başka bir örnek, Türkiye ile Rus Federasyonu ilişkileri ve Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Putin arasındaki diyaloğun doğrudan sonuç alma kapasitesi taşıdığını görüyoruz. Ancak bu durum, Biden dönemi için söz konusu değil. ABD-Türk ilişkilerinde bir önemli eksikliğin altını çizmek gerekir. Bush ve Clinton döneminde müşahede ettiğimiz kurumlar arası ilişki pattern’i artık yok. Şimdi, Trump döneminde de gördüğümüz ilişki biçiminde, ‘transactional’ diyebileceğimiz, çok ciddi kurumsal kökleri veya siyasa örtüşmeleri olmadan, ama her bir konu özelinde, sınırlı iş birliği modelinin ön plana çıkacağını görüyoruz. Afganistan’da başkent Kabil ve özellikle Kabil Havaalanı’nın Türkiye tarafından korunmasına ilişkin mülahazalar da bu bahsettiğim ilişki biçiminin bir göstergesi. Ben her iki tarafın da mevcut sorunları büyütmek yerine, bu sorunların çözümsüzlüğünü de görerek dondurmak ve her bir dış politika/güvenlik politikası özelinde sınırlı iş birliğine yönelik bir tercih izlediğini görüyorum. Bunun ne kadar uygulanabilir olduğunu, kronik sonuçlara ilişkin ne kadar çözüm üretici olduğunu veya günü kurtarıcı olduğunu, Afganistan örneğiyle gösterecektir diye düşünüyorum.