Modernleşme bize daima ´biçimler´ üstünden geldi. Dönüşüm kendisini daima biçimle dışa vurur. Moda ve bilhassa tasarım tam da bu maksada hizmet eder. Her ikisi de dönüşümün dili ve ikna süreçleridir.
Geçenlerde, artık bahara ait olmakta direnen, üstümüze yağmurlar boşaltıp soğuklar gönderen Haziran’a ve o öyle yapınca bir türlü başlamayan yaza inat Ege’ye küçük bir yolculuğa çıktık. Ben biraz yol aylağıyımdır. Bir saatlik yolu bir günde gittiğim çok olmuştur. Önüme gelen yollara sapmakta ve onun için türlü bahane icat etmekte üstüme olmadığından uzayan yolun zorunlu kıldığı durma ve dinlenme anlarında birkaç şey dikkatimi çekti: Bunların en önemlisi modernleşmeyle olan çok çetrefil ilişkimiz.
Büyük şehirlerin bize ‘konformizmimizi’ sağlayan bölgeleri dışına çıkıp daha büyük bir alana, coğrafyaya bakınca ‘modernleşme’mizin ne kadar karmaşık bir yapıda geliştiğini ve önceden yazılmış hiçbir kitaba, önceden serdedilmiş hiçbir düşünceye uymadığını bir kere daha gördüm. Bu işin böyle olduğunu ben bilmesine zaten bilirim de bir kere daha ‘katılımcı gözlemci’ olarak ‘olayları’ yerli yerinde saptamak ne yalan söyleyeyim hoşuma gitti. İnsanın kendisini kendisine doğrulaması hiç de fena bir şey değil.
Bu modernleşme gözlemlerinin ana nedeni kentleşme. Artık bütün şehirler birbirine benziyor. Bu yıl bir ara Kastamonu’ya, Çankırı’ya da gittiğim için rahatlıkla söyleyebilirim; farklı bir kent dokusu görmek isteyenler yoldan çıkacak, arka mahallelere gidecek. O zaman ön cephedeki şatafatlı binaların süsünden uzak, gerçek bir yaşama dokusu görebilirler. Bu bölgeler elbette daha yoksul. Ama işte modernleşme orada da tırpanını sallıyor. Beş yıl sonra bugün gördüklerimizin yerinde de yeller esmeyecek ama bambaşka yapılar, tümüyle değişik bir yaşam bulunacak.
Gene de o ön cephenin şatafatlı ama ucuz, gösterişli ama her türlü estetikten yoksun, zamanında yapılmış ‘betebe’ binaları ikame eden alüminyum ve cam binaların o bölgelere bir sermaye taşıdığını görmemek olanaksız. Ötesini tartışmak ayrı bir mesele ama sermeye-kent-modernleşme üçlüsünün kopmazlığı gün gibi aşikâr. Buna bağlı olarak AVM kültürü gelişiyor, her yerde yeni bir ‘kafe’ hayatı başlıyor. Yeni restoranlar işletiliyor. Sonuç yeni bir ‘cafe society’ oluşuyor. ‘Zincir mağazalar/markalar’ kültürel ortaklıkları kuruyor ve büyük kentle taşra farkı tam manasıyla ortadan kalkmasa da paralel kulvarlarda akıyor.
Nihayet sonuncu unsur: Yol üstü benzin istasyonlarının zamanında çok yazı yazdığım dokusu bütünüyle kaybolmuş. Amerika’da ve Avrupa’da (bilhassa Fransa ve İtalya’da) büyük ‘road trip’ler yapmışımdır. Bir türlü tamamlayıp yayınlayamadığım ‘Derin Güney’ yolculuğumda çok ‘hayalet kasaba’ya girdim, üstünde ‘saloon’ yazan çok bardan içeri daldım, çok ‘gas station’da zaman geçirdim. Bir dünya yerlerdir. Fransa’dakiler daha ‘rafine’dir (eh, olacak o kadar) ama bu saydıklarımın tümü insana iyi kötü bir hayat sunar. Elbette ‘Americana’ ile diğerleri mukayese edilemez ama hepsinde karnınızı haysiyetlice doyurabilir, temel ihtiyaçlarınızı karşılayabilirsiniz. Üstelik, size verilenlere bakıp, içine girdiğiniz yeri görüp Allah’a isyan etmenize yol açmayacak bir düzeyleri vardır.
Türkiye şimdi o düzeyi yakalamış görünüyor. Henüz ‘hot food’ yok ama büyük bir ‘super market’te bulacağınız her şeye, elektronik eşya dahil erişiyorsunuz. Bir zamanlar kapıda bekleyen adamla cedelleştiğiniz, kurulayacak hiçbir şey bulmadığınız için ıslak elinizi cebinize sokup ıslattığınız paraları verdiğiniz ve ıslak paraları alıp tekrar cebinize teptiğiniz, içindeyken hayata, dünyaya ve kendinize kahrettiğiniz o tuvaletler yerini şimdi bambaşka tuvaletlere bırakmış durumda. J ile de aynı şeyi konuştuk. Ayıptır söylemesi ama benzin istasyonunun tuvaleti insanlardan bir servet alan ‘ultra lüks’ Ege restoranının tuvaletinden kat be kat ilerideydi. Durup düşünelim.
***
Modernleşme bize daima ‘biçimler’ üstünden geldi. Dönüşüm kendisini daima biçimle dışa vurur. Moda ve bilhassa tasarım tam da bu maksada hizmet eder. Her ikisi de dönüşümün dili ve ikna süreçleridir. Bu iki öge insanları, zihniyetleri farklı olsa bile yeni döneme taşır, onunla bütünleştirir, hiç değilse yeniliğe teyeller onları. Sentez bundan sonra gelir. İnsan farklı bir dünyaya aittir, farklı bir duygu dünyasına sahiptir ama dönüşüm onu da yakalamıştır işte. Bu defa ‘altı kaval üstü şişhane’ bir yapı ortaya çıkar. Örneği bugün ‘arabesk’ veya ‘kiç’ diye nitelendirdiğimiz yapılardan değil, Teşvikiye Camiinden vereyim. O yapının içinde Osmanlı, Bizans, Roma, Yunan mimari elemanları mevcuttur. ‘Sentezse’ mesele, sentezdir işte, hem de beş benzemezi bir araya getirerek kurulmuş bir ‘sentez’.
Türkiye’de bu tarzın kuramsal altyapısı da mevcuttur: Batının uygarlığını (veya uygarlık kiminse) onu alıp içini ‘yerli’ kültürle doldurmak. Atatürk’ün ‘fikirlerimin babası’ dediği Ziya Gökalp’in ‘hars’ (kültür) ve ‘medeniyet’ (uygarlık) tanımı tastamam bu idi ve Türkiye, bazen ‘Doğu-Batı sentezi’ yaptığını söyleyerek bazen ‘biz bize benzeriz’ diyerek 100 yıldır bu düşünceyi uyguluyor. Zaman zaman daha katı ve radikal muhafazakârlar söz konusu ‘formüle’ tepki gösterse de Türkiye bu düşüncenin yol göstericiliğinde ‘gecekondu’, ‘arabesk’ ve ‘kiç’ sentezlerini hiç ara vermeden yapa yapa ilerliyor.
***
Kaskatı, ödünsüz, yılmaz bir Atatürkçü olan Attila İlhan’ın da benimseyip ‘ulusal bireşim’ dediği dönüşümü şimdi kitle iletişim araçlarının verdiği imkanlarla çok daha geniş şekilde yaşıyoruz. Bir ‘neo-muhafazakârlık’ döneminden geçtiğimiz muhakkak ve iki boyutu var bu kavramın. Bir, eski, yerleşik, geleneksel kitleler de hiç eksiklik ve rahatsızlık duymadan (niçin duysunlar, ‘cevaz’ ortada) biçimde veya biçimle modernleşmenin tüm gereklerini markalar, stiller ve tutumlar üstünden geliştiriyor. Gökalp’in ve İlhan’ın görüşlerinin bire bir uygulandığını ve sonuçlandığını kim reddedebilir?
İkincisi, muhafazakârlaşma (yeniden) üretiliyor. Bu da bir başka gerçek. Nasıl Benedict Anderson’dan beri milliyetçiliğin, ulus düşüncesinin yaratılan, üretilen bir şey olduğuna iman ettikse muhafazakârlığın da aynı şekilde geliştirildiğini niye kabul etmeyelim? Bu muhafazakârlık yer yer daha tepkisel, daha yadsımacı olabilir ama dünyanın gerçekliği ona pek izin vermiyor. Kısacası, gitgide artan muhafazakârlık modernleşmenin bütün kiplerini kullanıyor ve yeni orta sınıfların gerçeği bu. Fakat bu muhafazakârlık ayrımları üstünde daha fazla durmak ve düşünmek ihmal edilmez bir şart. O arada bilhassa tüketim kültürünün getirdiği etkileri ayrıca irdelemek gerek.
***
Duraklarda durdum kalktım, binlerce kilometre araba sürdüm, J yan koltuğu iyice arkaya yatırıp uyurken ben de bunları düşündüm. Sonunda anladım ki, yol bitiyor ama düşüncenin sonu yok. Üstelik gene anladım ki, Romalıların via trita via tuta yani işlenmiş, çok kullanılmış yol en güvenli yoldur lafı da yalanmış. Bunları işlek olmayan yolları kullanırken geçirdim zihnimden.
Bilmek, bilmemekten her zaman daha iyidir diyerek...