40. Uluslararası İstanbul Film Festivali bütün hızıyla devam ediyor İKİ 'İLK FİLM'

Çok ilginç ve gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkan ´Kod Adı: Nagazaki´de bir genç kendisini 5 yaşındayken terk eden Japon annesini arıyor. Fantastik bir dille anlatılınca bu değerli projenin değeri fantezi uğruna düşürülmüş. Lübnanlı Barbari ´Bekaretin Sonu´nda kendi deneyiminden yola çıkarak üç gencin ilk cinsel deneyimlerini anlatıyor. Ekrana gelen her karakterin iç ses ile hayatlarındaki dertlerini, beklentilerini anlatması başarılı bir yöntem olmuş.

Viktor APALAÇİ Sanat
7 Temmuz 2021 Çarşamba

KOD ADI: NAGAZAKİ

Çok ilginç ve gerçek bir hayat hikâyesinden yola çıkan ‘Kod Adı: Nagazaki / Kodenavn: Nagasaki’ Norveçli Fredrik S. Hana - Marius Lunde’nin ilk uzun metraj yönetmenlik denemesi. Bu yazımda çok değerli bir projenin, iki yetenekli sinemacının fantastik bir dille anlattıkları bu filmin değerini, fantezi uğruna nasıl düşürdüğünü anlatmaya çalışacağım.

Bu belgesel 27 yıl önce, henüz beş yaşındayken Japon annesi tarafından terk edilen Norveçli Marius’un dünyanın bir ucundaki annesini arama serüvenini merkezine alıyor. Fredrik S. Hana, kara filmden korkuya, samuray destanına uzanan türlere saygı duruşunda bulunmayı hedeflemiş. Bu türlere özgü canlandırmalarla mizansenini süslemeyi yeğlemiş.

Gerçek ile kurgu, gerçek ile hayal arasında gidip gelen karmakarışık ve oyuncaklı anlatımı bence filme hizmet etmiyor. İlk uzun metrajlı filmini gerçekleştiren, kısa filmleriyle başarıyı yakalamış yetenekli bir yönetmenin, bu 69 dakikalık ilk filminde sinemada hayranlık duyduğu türlere yer verme telaşını anlayışla karşılıyorum. Ancak görselliğini mükemmel bulduğum ‘Kod Adı: Nagazaki’yi akıl karıştırıcı olmayan bir sinema diliyle izlemeyi tercih ederdim.

İlginç bir hayat hikâyesi

Hana-Lunde ikilisi, çocukluğundan beri haber alamadığı annesini bulmak gibi duygusal yoğunluğu son derece yüksek bir hedefin değerini, bence gereksiz fanteziler uğruna düşürüyorlar. Örneğin anneyle oğlunun buluşma sahnesi canlandırma yerine canlı çekilseydi, etkisinin daha büyük olabileceğini düşünüyorum. Anne San’ın belgeselde yer almak istememesi halinde onu bir Japon oyuncu canlandırabilirdi (Japon dili öğretmeninde olduğu gibi).

Terk edildiğinde 5 yaşında olan, annesini pek hatırlamayan Marius ile yönetmen arkadaşı Fredrik “en iyi belgeseli biz çekeceğiz” iddiasıyla yola çıktığını filmin başında öğreniyoruz. 27 yıl içinde annenin ölme ihtimalinin ikisinin de çabalarının boşa gideceğini de aralarında konuşuyorlar. Ancak azimli ikili bu zorlayıcı tecrübeyi yaşamaya kararlılar.

Marius’un babası 1980’de yaptığı Nagazaki seyahatinde tanıdığı San ile 1983’te evlenmiş, iki yıl sonra da çocukları olmuş. Annesi hakkında istediği bilgileri Japon sefaretinden alamayan Marius, temas kurduğu bir Japon dedektiften annesinin adresine ulaştığı haberini alır. San, Japonya’ya dönüşünden kısa bir süre sonra tekrar evlenmiş ve bu evlilikten iki çocuk sahibi olmuş.

Kendisine yeni bir hayat kuran annesiyle karşılaştığında, ona hitap edebilmek için Marius özel ders alarak Japonca öğrenir. Yapacağı Japonya seyahatinde kendisiyle tanışma arzusunu, Marius bir video kaydıyla kendisine bildirir. Belgeselin ‘Doğuya Yolculuk’ başlıklı bölümünde, Fredrik eşliğindeki Marius’u doğduğu şehir Tokyo’da görürüz. 

Gerçek arkadaşlık bağları 

Dedektifle yaptığı görüşmelerden Marius, uzun süreli ayrılıklardan sonra gerçekleşen buluşmalarda başarı şansının yüzde 50 olduğunu öğrenir. Duygusal buluşma sahnesi ne yazık ki canlandırma sineması aracılığıyla verilir. Annesinin iş yerine yaptığı ziyarette Marius kendisine yazdığı mektubu elden verir. Anne, özür dileyip kendisinin affedilmesini istiyor ve oğluna kendisini arayacağına söz veriyor. Anne-oğul birbirlerini mutlu etme sözü veriyorlar. Final jeneriğinin ardından, görkemli bir sahnede, mahalli kıyafetleriyle bir köprüden, meşhur beyaz kiraz çiçekleri arasından geçen bir Japon’la filmin noktalandığını görürüz.

Fredrik S. Hana - Marius Lunde ikilisi, kurgusal olmayan film yapımına yönelik yaratıcı bir yaklaşım için, maceralarının karmaşık bölümlerini gerçek ve kurgu, gerçek ve hayal arasındaki çizgileri bulanıklaştırmayı tercih etmişler. Gerçek ile kurmaca arasındaki sınırlar zorlanırken, uzun tırnaklı şeytan figürü, yüzü abartılı boyanmış Marius’un ürkünç halli görüntüsü gibi çılgın arayışların filme pozitif bir katkı sağladığı düşüncesinde değilim.

İki sinema delisi Marius ile Fredrik’in arkadaşlık bağlarının, filmde gerçekçi ve samimi izlerini bulmak mümkün. Film, fedakârlık, gerçeğe ulaşmak, arayış ve gerçek dostluk gibi temaların hakkını veriyor.

***

BEKÂRETİN SONU

15 yaşındaki kendi deneyimlerinden yola çıkarak ilk yönetmenlik denemesini gerçekleştiren George Peter Barbari’nin ‘Bekâretin Sonu / Death of a Virgin, and the Sin of Not Living’i yaşanmışlık kokan bir film. Bizdeki argo deyimle film ‘milli olmaya’ götürülen bakir bir genci merkezine alıyor.

Kaliforniya’da doğan Arjantin-Lübnanlı yönetmen, dünya prömiyerini 2021 Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünde yapan bu filminin senaryosunu yazıp kurgusunu da üstlenmiş. Senaryosunda Barbari başarılı bir yöntem kullanmış. Ekrana gelen her karakter iç sesi ile hayatındaki dertleri, beklentilerini dile getiriyor. Senaryoda şiirsel bir dille yer alan bu monologlar filmin başarısına hizmet ediyor.

Karakter tahlillerinin ustalıkla yapıldığını gördüğüm filmde genç hayat kadını Christelle’in hüznünün, mutsuzluğunun nedenleri çok iyi belirtiliyor. Filmde yaptığı işten, hayatından nefret eden bir genç hayat kadını portresi çiziliyor. Yanında çalıştığı kadının kaprislerine, hakaretlerine, tehditlerine katılmak zorunda kalan, intihar etmeyi aklından çıkarmayan bir kader kurbanı. Film bakir Etienne’in Christelle ile buluştuğu sahnede, gerçek hayatta olduğu gibi sutyenini çıkarmama şartını koşan, partnerinin cinsel iktidarsızlığını gidermeye çalışan genç bir fahişe var.

Dünyanın birçok yerinde hâlâ değer bulan bir ergenlikten kurtulma ve erkeklik ritüelini şiirsel bir yolla ele alan film, bir yandan da hayatın geçiciliğini, kırılganlığını ve bazen de saçma anlarla dolu olduğunu bizlere hatırlatıyor. Film, Lübnan’ın kuzeyindeki ıssız bir şehirde geçer. Etienne’in evinde başlayan filmde, arkadaşı Adnan’ın kendisini geneleve götürmek için geldiğini öğreniyoruz. Babasını uçak kazasında kaybeden Etienne annesi ve kız kardeşi Windy ile yaşar. Yeni kürtaj yaptıran Windy, evden ayrılmak ister ancak bunu yapmaya cesareti yoktur.

Annesine ‘sinemaya gidiyorum’ diyerek evinden ayrılan Etienne, kendi gibi Maronit (Lübnanlı Hıristiyan) üç arkadaşı ile yolda gerginliklerini gidermek için şakalar, atışmalarla vakit geçirir. Eczaneden prezervatif ve erken boşalmayı geciktiren sprey alırlar. Birbirleriyle iyi geçinen, birbirlerini seven dört arkadaş da olsalar, aralarında yaptıkları konuşmaların tümünde dürüstlüklerini koruyamadıklarını görürüz. Bazen beyaz yalanlarla geçiştirdiklerine tanık oluruz. Film, Adnan’ın geneleve götürdüğü üç gençten sadece Etienne’in fahişe kızla geçirdiği yarım saati anlatmakla yetiniyor. Bu bölümde filmin en başarılı sekansı yer alıyor.

Hayat üzerine müthiş tespitler yapan bu dürüst filmde insancıl duygular iyi işlenmiş. Aralarında ilk cinsel deneyimini geçiren gencin samimi itirafları da var. Christelle baş başa kaldığı Etienne’in mahcubiyetine insanca davranırken, bir profesyonelin de bir kalbi olduğunu, duyarlı olabileceğini gösteriyor. Ancak filmin çok ciddi bir casting sorunu var. 15 yaşındaki yeniyetmelerin ilk cinsel deneyimlerini anlatan filme, yirmili yaşlarda dört oyuncu seçilmiş. Bu, filmin inandırıcılığına darbe vuruyor.

Benzer konulu Louis Malle’in ‘Le Souffle Au Coeur’ü (1971) bizde ‘Kalp Mırıltısı’ başlığıyla gösterilmişti. Dijon’da geçen konusuyla filmde 15 yaşındaki Laurent’ın kardeşleri, ilk cinsel deneyimini yaşaması için bir hayat kadınından randevu alıyorlardı. Ancak o gün Laurent’ın kalbinde ritim bozukluğu olduğu ortaya çıkınca randevu gerçekleşemiyordu. Cüretkâr konulu filmde Laurent’ın gözü (Léa Massari’nin oynadığı) İtalyan kökenli annesinden başka kimseyi görmüyordu. Ensest konulu film zamanında skandal yaratmıştı.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün