Yine IMF zamanı mı?

Prof. Dr. Sema KALAYCIOĞLU Dünya
14 Temmuz 2021 Çarşamba

Hatırlarsanız IMF 2008 yılının mayıs ayında Türkiye’ye 3,7 milyar dolarlık yeni bir kredi paketi açtığında Bakan Mehmet Şimşek artık güçlü ekonomisiyle Türkiye’nin IMF’de yükselen kotası nedeniyle[1] fon yönetiminde daha etkili olmaya başlayacağını açıklamıştı. O tarihte ABD’de başlayan yeni mali kriz yavaş yavaş tüm dünyaya yayılıyordu. Ama hakikaten dış piyasalarda esen fırtınalar bile Türkiye’yi yalpalatamıyordu. Kazanılan mali disiplin ve özerk bir Merkez Bankası yönetimiyle ülke tehlikeli sularda güvenle ilerliyordu. 2011 yılı sonuna kadar fondan alınacak kredilere kesin gözle bakılıyor, küresel ilişkileri geliştirmek için ‘Window Turkey’ gibi başarılı organizasyonlar yapılırken Türkiye ekonomik görünümü ile yükselen ekonomilere parmakla gösteriliyordu. O tarihte Merkez Bankasının başında Durmuş Yılmaz vardı. IMF ve AB’ye verdiği taahhütlere bağlı kalan hükümet bankanın işine karışmıyor, böylece profesyonel yönetim istikrar politikasını özerk bir şekilde sürdürüyordu. Cari açık düşmüş, IMF’den borçlanma ihtiyacı azalmıştı. Banka yine de kendini dışardan vurabilecek kötü bir dalgaya karşı güvenli hale getirmeye çalışıyordu. O tarihte başbakan olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 28 Ağustos 2009’da yaptığı bir açıklamayı hatırlıyorum. Türkiye’nin IMF’ye bağımlılığını mutlaka azaltacağına söz vermekle birlikte 2008-2009’da fondan gelen 10 milyar dolarlık krediden memnun görünüyordu.

IMF’siz bir Gelecek Özlemi

İki yıl içinde yeni bir seçim vardı. Yoksa o yıl alınan IMF kredisi seçim hazırlıklarında mı kullanılacaktı? Yok yok. Türkiye artık yükselen bir yıldızdı ve kazanılan mali disiplini hiç bozmayacağına inanç yerleşmeye başlamıştı. BNP Paribas’ın Yükselen Ekonomiler Stratejisti Elisabeth Grui, Türkiye’nin bundan böyle ancak tahvil piyasalarında aşırı baskı ile karşı karşıya kalırsa IMF’ye ihtiyaç duyacak hale geldiğini açıklıyordu. Bütün bu olumlu koşullar altında Türkiye’nin IMF ile olağan görüşmeleri düzenli olarak sürüyor, TCMB Başkanı bile 2009 yılında bundan böyle Türkiye’nin yoluna IMF’siz devam edebileceğini söylüyordu. Faizler yüzde 7,75’e, enflasyon ise yüzde 5,3’e düşmüştü. Başkan Yılmaz orta vadeli programlarla mali disiplini koruyacaklarını, faiz ve enflasyonun daha da düşeceğini ilan ediyordu. Her konuştuğunda piyasalara güven veriyordu. Aradan geçen yıllarda Türkiye, IMF ile yeni yeni anlaşmalar imzaladı. Reformları kesintisiz sürdürdü. Disiplini kaybetmedi. Siyasi nedenlerle, zaman zaman yine IMF karşıtı söylemler kullanılsa bile özellikle Başbakan Erdoğan demeçlerinde, “Türkiye’nin IMF kurucu üyeliğinin” önemli olduğunu vurgulamayı sürdürdü. Erdoğan, o tarihte hala IMF-Türkiye ilişkilerini makul, yapıcı ve akılcı ilişkiler olduğunu ifade ediyordu. Henüz konu ideolojik bir boyut kazanmamıştı. Bu hepimize IMF-Türkiye ilişkilerinin siyasetten arındırıldığı izlenimini verdi. Üyelik anlaşmasının 4. maddesi nedeniyle, IMF’nin Türkiye’yi denetleme yetki ve sorumluluğu vardı. O zaman, bir gün gelip Türkiye’de yönetimin hiçbir şekilde denetlenmek istemeyecek kadar keyfileşeceğini düşünemedik. Türkiye kurucu statüsünden verici statüye geçmeye ve IMF’ye fiilen net katkıda bulunan bir üye olmaya hazırlanıyordu. Nitekim 14 Mayıs 2013’te IMF’ye olan borçların son taksiti Başbakan Yardımcısı Ali Babacan’ın talimatı ile ödendiğinde Türkiye'nin tüm borcu sıfırlandı. Kamuoyuna bu büyük bir gururla takdim edildi. Ama bu gururun için boş değildi. Hem geri ödeme, hem de açıklamalar dolu bir rezerv kasasının verdiği haklı güvenle yapılmıştı.

Türkiye Bir İlk Değildi ki!                              

Tabii kamuoyu o tarihte Türkiye’nin palazlanıp da, IMF ile borç palamarını çözme arzu ve hevesi içine giren ilk ülke olmadığını bilmiyor, bu yüzden böbürlenmelerin arkasındaki ideolojik kırılmayı anlayamıyordu. Her coğrafyada sözbirliği etmişçesine IMF ile veresiye defterini kapama kararlılığı zaten çoktan başlamıştı. Malezya 1997 Asya krizinin pençesinden, IMF olmadan çıkarma kararı aldığında, Türkiye henüz daha o sulara ulaşmayı hayal bile etmiyordu. Malezya, o tarihte IMF’siz kriz yönetimini başararak, zaten çoktan başka ülkelere ilham kaynağı olmuştu. 2003 yılında Tayland fona olan 12 milyar dolarlık borcunu ödeyeceğini açıkladığında Brezilya’ya örnek oldu. Nitekim 2004 yılında Lula da Silva ülkesinin IMF borçlarını temizlemek için kolları sıvadı. Başarı ile yürüttüğü istikrar programları sayesinde, 2005 yılında stand-by anlaşmasını sonlandırırken, fona olan 15 milyar dolarlık borcu ödeyerek IMF’yi bile şaşırttı. Aynı yıl Kirshner Arjantin’in 9,8 milyar dolarlık borcunu kapattı. 2006 yılında önce Ewo Morales Bolivya’dan sesini yükseltti. IMF her an Meksika, Türkiye, Güney Kore ve Çin’den yeni seslerin yükseleceğini biliyordu. Hemen yeni kota genişletmeleri yaptığını açıkladı. Buna rağmen Sırbistan 500 milyon, Endonezya, 7,8 milyar dolarlık borçlarını 2008’e kadar ödeyeceklerini açıkladılar. Hatta 2007’de Venezuela’da Chavez, “IMF nin gücünü Latin Amerika’dan silmek” sloganı ile bir ‘Güneyin Bankası’ kuruluşuna öncülük ederken, alternatif bir sistem önermeye bile kalktı. Bütün bunlardan sonra 2013 yılında Türkiye’nin fona olan borcunu ödemesi elbette önemliydi. Ama ne yazık ki bu başka hiçbir yerde olmadığı kadar siyasi böbürlenme konusu yapıldı. Zamanla, IMF’den palamarı çözme adeta ideolojik bir saplantı haline getirildi. Oysa Türkiye IMF ile ilişkileri her zaman sürdürmek zorundaydı.

Şimdi Zaman Tam O Zaman

Geçen hafta IMF yönetim kurulu ağustos sonuna kadar, 650 milyar dolarlık Özel Çekiş Hakkı[2] yani SDR rezervini 190 üyesine dağıtmayı hedeflendiğini açıkladı. IMF Başkanı Georgieva, Fon’un 77 yıllık tarihindeki en büyük SDR teklifini üye ülke temsilcilerine sunmaya hazırlanıyor. Türkiye’nin büyük rezerv açığı ve rezerv ihtiyacı var. TCMB rezervlerinin gerçek değerinden emin değiliz. 128 milyar dolarlık rezerv kaybı bir yana, denetimden hiç hoşlanmayan yönetim bugüne kadar, IMF’ye başvurmaktansa palyatif yöntemlerle idare etmeye çalıştı. Bir ara eksi 47 milyar dolara kadar düşen, ancak Swap yoluyla gelen dövizlerle artıya geçen rezervlerin, IMF’den gelecek yaklaşık 6,4 milyar dolar dengi SDR ile toparlanması söz konusu olamaz. Ama bir tesadüf iki yıl içinde Türkiye’de yine seçim var. Belki IMF’nin atacağı bu adımla birileri fon ile ilişkileri yeniden başlatmayı düşünür. Zaten 2009 yılında “ancak şiddetli şoklar” karşısında ihtiyacı olunca yeniden başvurulacağı ilan edilmemiş miydi? Neden 2017 sonrasında veya hiç olmazsa salgın patlak verdikten sonra, hem de fon salgın bağlantılı karşılıksız yardım veya ucuz kredi dağıtırken başvurulmadı ki? Yoksa IMF denetimi istenmediği, hesap vermek birilerinin işine gelmediği için mi? İşte şimdi tam zamanı. Türkiye’nin tahvil piyasalarında “aşırı baskı altında olduğu”, dolardaki ve dolayısı ile enflasyondaki yükselişi durdurmakta zorlandığını kabul edilerek, yeni Swap arayışları içinde çırpınmak yerine, meşru bir uluslararası muhatap olarak IMF’ye ve fonun stand-by kredilerine yeniden başvurulsa iyi olur. 


[1]IMF bugüne kadar Türkiye’ye 1,1 milyar dolar tutarında SDR rezervi aktarmıştır. Türkiye’nin halen IMF’deki kotası 4,6 milyar SDR yani yaklaşık 6,6 milyar dolar olduğuna göre, ağustos sonunda gelebilecek rezerv bu miktara yakın bir değer olacaktır.

[2] IMF, bugüne kadar üyelerine üç kez toplam 318 milyar Dolar SDR tahsisi yapmış olup, 2009 yılında yapılan tahsis küresel mali krizin aşılması için olup yaklaşık 250 milyar dolardır.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün