Erdem Beliğ Zaman
COVID-19 salgını, bir bakıma insanoğlunun eski hayatına göz kırpmasına vesile oldu. ‘Eski’den kastım elbette henüz geçen dün değil, unutulmaya yüz tutan ‘geçmiş’. Mazinin tarih altında silinmeyi bekleyen âdetleri birdenbire gün yüzüne çıktı, akrabalık ve aile yeniden kıymete bindi, ev işlerini kendi başına görme zahmeti katlanılır hale geldi. Bütün bunlar aklıma 18. asrın Fransız kimyacısı Antoine Lavousier’nin, “Hiçbir şey yoktan var olmaz; vardan da yok olmaz. Yalnızca dönüşür ve değişir…” şeklinde özetleyebileceğimiz ‘Kütlenin Korunumu Kanunu’nu getirdi. Bu kanun, “Her şey aslına rücû eder” şeklinde bildiğimiz meşhur kelâmın ilmî ispatı olarak da yorumlanabilir. Vaktiyle Süleyman Demirel, siyaset hayatı hakkında şöyle bir tespitte bulunmuştu: “Siyasette nasıl gelirsen, öyle gidersin.” Aslına inerseniz bu sözün temelinde de Lavousier’nin kanununun yattığını görebilirsiniz. Aynı minvalde tiyatromuz hakkında düşünürken şu soruyu sorma lüzumunu hissettim: “Acaba tiyatro, Beyoğlu’na döner mi?” Diyeceksiniz ki, “Bu sorunun tüm bunlarla alakası ne?” Bu soru aslında, tarih altında kalan bir hakikatin daha gün yüzüne çıkma vaktinin geldiğini göstermektedir: Bizde modern tiyatro Beyoğlu’nda ortaya çıkmıştır!
Beyoğlu’nun isminin, Kanuni Sultan Süleyman devrinde Venedik elçiliği vazifesinde bulunan Andre Gritti’nin oğlu Luigi Gritti’den geldiği sıkça zikredilen bir bilgidir. Tâ o zamandan beri Beyoğlu, Türk devletinin Batı’ya açılan yüzü olmuştur. Batı tesiriyle tanıştığımız pek çok müessese memleketimizde ilk defa Beyoğlu’nda görünmüştür. Kulüpler, gazeteler, dans salonları, pastaneler, eczaneler, terziler, tiyatrolar ve daha birçok farklı mekân... Elbette bizde tiyatronun kökünçlerle, Dionysos şenlikleriyle, bahar oyunlarıyla, köy temsilleriyle, kol oyunlarıyla Ortaasya’dan; Endülüs’e, Anadolu’ya dayanan birkaç asırlık bir mazisi vardır. Bu temsiller artık İstanbul’da rastlayamayacağımız boş arazilerde, yazlık bahçelerde, henüz vakit öldüren oyunların esir almadığı kahvelerde verilirdi. Türkler Ortaoyunu’nu, Karagöz’ü, Meddah’ı; Türk Yahudileri hokkabazlığı, kol oyunlarını bu yerlerde geliştirdiler. ‘Modern tiyatro’ ismiyle tanımladığımız türse, bu temsillerin ve bu temsillere ilave olarak Batı’dan gelen gösterilerin, İtalyan sahnelerde icra edilmesinden ve artık sahnelerde gelişimini devam ettirmesinden meydana gelmiş tiyatrodur. Yoksa tiyatro bir tanedir ve bu ‘yekpare’ tiyatronun gelenekmiş, modernmiş, post-modernmiş başlıkları altında tasnif edilmesi hatadır!
Beyoğlu’nda Tiyatronun Başlaması
Batılı tiyatrolarda oynayan ilk Müslüman Türk Tiyatrosu oyuncusu Ahmet Fehim Efendi’nin hatıraları, aslında modern Türk Tiyatrosunun da hatıraları gibidir. Bu hatıraların da doğuş yeri Beyoğlu’dur. Bizdeki ilk tiyatro binası 1830’lu senelerin başında Beyoğlu’nda yapılmıştı. Günümüzde Elhamra Pasajının bulunduğu adada, Fransız Tiyatrosu ismiyle perdelerini açan bu ilk tiyatroyu; bugün Çiçek Pasajının olduğu yerde bulunan Naum Tiyatrosu; onu da tam karşısında, şimdi Sahne Sokağı olarak isimlendirilen sokağın diğer girişinde yer alan Aravelyan (Şark) Tiyatrosu takip eder. Fransız Tiyatrosunda, Batı’dan gelen operalar, operetler ve tiyatroların yanı sıra zaman zaman misafir Türk grupları da perde açarlardı[1]. Aravelyan Tiyatrosunda ise Ermenice piyesler oynanırdı. Güllü Agop, Fasulyeciyan, Büyük Benliyan, Araksi Çilingiryan, Zagakyan gibi meşhur aktörler ve aktrisler sahne alırlardı[2]. Naum Tiyatrosuna evvelce İtalyan Operaları ve Fransız Kumpanyaları gelirdi ve sadece ecnebi temsiller verilirdi. Seneler sonra Güllü Agop, tiyatroyu bu vasfından kurtaracak, Türk seyircileri de tiyatroya çekmek suretiyle gelirini arttırmak için Türkçe piyes oynamayı akıl edecekti. Bu teşebbüs neticesinde memleketimizde oynanan ilk tercüme Türkçe piyes olan tek perdelik ‘Odun Kılıç’, Naum Tiyatrosu’nda oynanır[3]. Hatta bu temsili seyreden Direktör Âli Bey, piyesin tercümesini beğenmeyecek ve başka bir tercüme piyes için Güllü Agop’a teklif getirecektir. Teklifin kabul görmesinden sonra, tiyatro Türklerin daha yoğun olarak yaşadığı Gedikpaşa’ya gelecek, burada bugün de ‘Tiyatro Sokağı’ olarak bilinen yerde bulunan Suliye Cambazhanesinin tiyatro binası haline getirilmesinin ardından temsillerine burada devam edecekti. Bunların akabinde Ahmet Fehim Efendi’nin, Sahne Sokağında olduğunu yazdığı; esasen İstiklâl Caddesinde, eski Emek Sinemasının bulunduğu, bugün Grand Pera ismiyle yapılan ‘ucube’ binanın yükseldiği yerde Verdi Tiyatrosu perdeleri açılacaktı. Verdi Tiyatrosu, ilerleyen senelerde ‘Odeon’ ismini alacak, I. Dünya Harbinden evvel Ekler Sineması olarak hizmet verecek, seneler sonra bu sinema sırasıyla Şark ve Lüks ismini alacaktı[4]. Bu tiyatroda da tıpkı Naum Tiyatrosu gibi ecnebi temsilleri verilecek, Fransız kumpanyalarının İstanbul’a geldiklerindeki durağı olacaktı. Ne yazık ki bu binaların hepsi 1870’de vuku bulan Büyük Beyoğlu Yangınında kül olacak; yerlerine açılacak binalar ise devrin zevkine uymak adına tiyatro tabelasıyla değil sinema tabelasıyla seyircilerini ağırlayacaktı.
Güllü Agop
Yangından sonra Beyoğlu’nda yaptırılan ilk tiyatro ise, Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu idi. Bu tiyatronun inşa hikâyesi ise bir hayli tuhaftır. 1875 Tünel metrosu inşaatında çıkarılan toprağı, o devrin Belediye Daire Müdürü olan Bulak Bey, Tepebaşı çukurluğuna döktürür. Zamanla bu oluşan boş araziye yerleşip, tenekeden gecekondular diken Roman vatandaşlara Bulak Bey ruhsat verir. Beyoğlu ahalisinin rahatsız olup, bu durumu Bulak Bey’e şikayet etmeleri üzerine Bulak Bey de, “Madem ki rahatsız oldunuz, o halde para verin de size orasını tiyatro yapayım” teklifinde bulunur. Bu teklifin kabul görmesi üzerine oraya Tepebaşı Kışlık Tiyatrosu yapılır. Burası daha sonra Darülbedayi’nin eline geçecek, hem komedi hem de dram tiyatrosu olarak hizmet verecek; gene Beyoğlu’nda halefi olan tiyatrolar gibi yanacak ve arazisi TRT’ye tahsis edilecektir. Bugün ise bu arazinin çoğunda otopark bulunmaktadır. İşte ilk İtalyan sahneye sahip tiyatrolarımız bunlardı. Naum Tiyatrosundaki bir temsile kızan Sultan Abdülmecid, bu tiyatroya bir daha ayak basmayacak fakat içindeki tiyatro seyretme aşkı küllenmeyince Dolmabahçe’deki sarayının karşısına bir tiyatro inşa ettirecek ne yazık ki bu tiyatroyu irticacı çevresinin ısrarıyla kapatıp ahıra çevirecekti! Beyoğlu’nda bulunmayan diğer öncü tiyatroların başlıcaları Üsküdar’daki Aziziye Tiyatrosu, Kadıköy’deki Apollon Tiyatrosu ve sadece birkaç yıl temsil verebilen Hasköy Tiyatrosuydu. Hepsi de Beyoğlu’daki ilk tiyatrolardan sonra açılmıştı.
Beyoğlu Bir Tiyatro Merkeziyken Direklerarası Ne Haldeydi?
Belki şaşıracaksınız ama Osmanlı İmparatorluğunun eğlence merkezi sayılan Direklerarası, o zamanlar henüz bu vasfını kazanmamıştı. Türkçe temsil oynama imtiyazını ⅠⅠ. Abdülhâmid’in sadrazamı Büyük Âli Paşa’dan alan Güllü Agop ile bozuşan Fasulyeciyan, kumpanyadan ayrılır ve kendi bir tiyatro kurup oynamak ister. Mesele şudur ki yazılı piyes oynama imtiyazı sadece Güllü Agop’tadır ve bir başkasının yazılı Türkçe piyes oynaması men edilmiştir. Bunun üzerine Orta Oyununun en büyük isimlerinden Kavuklu Hamdi ile anlaşan Fasulyeciyan, Kuledibi’nde yazılı metne bağlı olmayan, ‘Çıngırak’ isimli bir komedi oynar. Tarihimizdeki ilk tuluat oyunu budur[5] (Diğer taraftan Küçük İsmail Efendi de tuluatı kendi bulduğunu iddia eder). Bu piyesin başarısını gören bir başka tuluatçı, Abdürrezzak Abdi Efendi, pandomimadaki ‘Kleon’ tipine benzemek için makyajla ‘İbiş’ isimli bir tip bulur[6] ve Şehzadebaşı’nda temsil vermeye başlar. Bu sayede, o güne kadar Aksaray-Kuledibi arasında toplanmış alaturka eğlence yerleri Şehzadebaşı’na taşmış olur. Abdürrezzak Abdi Efendi’nin yanında sahneye çıkan Kel Hasan Efendi’nin de ustasından gördüğü bu tipi kendince yorumlayarak Direklerarası’nı mesken tutması, Şehzadebaşı-Direklerarası denilen yerde eğlence hayatı defterini açar. İşte Direklerarası’nın hikâyesi de budur! Beyoğlu’ndan takribi elli sene sonra başlayan bir hikâye!
Eli Kolu Bağlı Beyoğlu
Seneler sonra Beyoğlu ve tiyatro tekrar eski şaşaasına döner. Eskiden tiyatrodan sinemaya çevrilme olarak akseden günün modası bu kez sinemadan tiyatroya çevrilme şeklinde rücu eder. Elhamra, Alkazar gibi sinemalar tiyatroya çevrilir. Bu da kafi gelmeyince yeni tiyatro salonları inşa edilir; garajlar, apartman daireleri tiyatro salonlarına dönüştürülür. Cadde üzerinde onlarca tiyatro salonu türer. Bu dönüşümü, İstanbul Tiyatrosu’nun meşhur komiği Muzaffer Hepgüler’in, kendine has üslubuyla şöyle anlattığı rivayet edilir: “Ağtık biğ kişi sabah kalktı mı acaba tığaş mı olsam yoksa tiyatğo mu kuğsam diye düşünüp, tığaş olmadan tiyatğo kuğuyoğ!” Turgut Özal’ın önayak olduğu sivilleşme ve kapitalistleşme ile paralel olarak yoğun bir göçe maruz kalan İstanbul’un, ilk bozulan yerlerinden biri Beyoğlu olur. Tiyatrolar kapanır, bu sefer sinema da değil; tuhaf tuhaf yerler açılır! Eski İstanbullulara göre bir kıyım başlar. Zaten televizyona mağlup olan tiyatrolar, bu değişime daha fazla direnemeyip Beyoğlu’nu terk ederler. Sadece birkaç tiyatro bu kıyım karşısında dayanma cesaretini gösterir. Biri Ferhan Şensoy’un Ses Tiyatrosu, diğeri Muammer Karaca’nın Karaca Tiyatrosu. Bir zaman sonra Karaca Tiyatro da depreme dayanıksız halde bulunduğu bahanesiyle kapatılır, çürümeye bırakılır. Tiyatrolar 2010’lu senelerde tekrar canlanmaya başlayınca Gezi Hadisesi’nin, bomba vak’alarının doğurduğu hoşnutsuzluk, Beyoğlu’na karşı takınılan olumsuz tutumu hızlandırır; yeni canlanışın merkezini karşı yakaya, Kadıköy’e taşır. Buna rağmen son senelerde yavaş yavaş da olsa Beyoğlu’nda ve Cihangir’de tiyatro canlanışı görülür.
COVID-19 sebebiyle filizlenme aşamasında kurumaya terkedilen bu canlanış, tahmin ediyorum ki salgından sonra belli bir hız alacaktır. Restorasyonuna başlanan Karaca Tiyatro, Atatürk Kültür Merkezi inşaatları gösteriyor ki bu yeni ve hızlı canlanış yüzünü bir kere daha Beyoğlu’na dönmüş durumda. Şehzadebaşı tamamen farklı bir çehreye büründü, bir daha eski hâline dönmemek üzere kendine yeni bir sayfa açtı. Fakat Beyoğlu için böyle bir sayfa mevzubahis olamaz çünkü Beyoğlu, Şehzadebaşı’nın aksine modern tiyatronun memleketimizde başladığı yerdir. Beyoğlu’na tiyatronun eski şaşaasıyla dönmesi için tabii bazı altyapı meselelerinin de giderilmesi lâzımdır. Mesela Beyoğlu’nda, İstiklal Caddesi’ndeki bir tiyatroya gitmek için otomobillerin kullanabileceği yollar sınırlıdır. Gene park da Beyoğlu için ciddi bir meseledir. Bunların hepsi istenilse çözülebilecek meselelerdir. İlmi temeli olan bir fikirden yola çıkarak inanıyorum ki tiyatro Beyoğlu’na dönmese bile, Beyoğlu tiyatroya dönecektir!
Tekzip: 10 Haziran 2021 tarihli, ‘Hayal Perdesinde Yahudi Silüeti’ başlıklı yazımdaki resim altları bilgilendirmesinde iki hata yapmışım. Yahudi kocakarı tasviri, Akın Kurt yapımı değil Orhan Kurt yapımı, Murat Huten tasarımıdır. Hokkabaz Yahudi tasviri ise Topkapı Sarayı koleksiyonuna ait bir parça değil, özel koleksiyona ait bir parçadır. Kıymetli Şalom okuyucularından bu hatamı mazur görmelerini rica ederim.