Lider mi? Zorba mı?

Uygar ve özgür dünyanın teminatı adil ve şeffaf yönetim, demokratik olduğunu iddia eden birçok ülkede yok. Seçimle gelen kadroların tekelleşme eğiliminde olmasına ses yükselten, adalet sistemine ipotek konmasına karşı çıkanların ezildiği, milliyetçi heyecanların sömürüldüğü düzenler egemen oluyor… Doğu Avrupa´dan ABD´ye, Rusya´dan Çin´e, Hindistan´a, Latin Amerika´ya ve Ortadoğu´ya bunu gözlemek olası.

Marsel RUSSO Perspektif
28 Temmuz 2021 Çarşamba

Geçen ayki Tarih Atölyesini şöyle bir önerme ile bitirmiştim: Tarihin, totaliter hiyerarşinin serpilmesi için eğilip bükülmesi 20. yüzyılın ilk yarısından bu yana çokça kullanılıyor. Yazılan kitaplar, çekilen filmler, görsel ve yazılı basın, lideri öylesine parlatıyor ki, onun kucaklayıcı olması gereken konumunu yozlaştırıyor. Onu zorbalaştırıyor.

İşin kötüsü, 20. yüzyılın ilk yarısına damgasını vuran bu durum, beşte birini geride bıraktığımız, içinde bulunduğumuz yüzyılda da devam ediyor. Oysa Berlin Duvarı yıkıldığında, Sovyetler Birliği çöktüğünde, Soğuk Savaş sona erdiğinde, dünya çift kutuplu siyasi görünümünden küreselleşmeye doğru kaydığında, yüreklere su serpilmiş, detantın yerleşik bir istikamet olacağı sanılır olmuştu. Gerçi açlık bitmemiş, fakirle zengin arasındaki uçurum kapanmak şöyle dursun, gittikçe belirgin bir hal almıştı. Ama olsundu... İyimser olmakta bir beis yoktu!

Oysa caydırıcılık üzerine inşa edilmiş barış yerini terörle yoğrulmuş gergin bir yaşantıya bırakacaktı. Bu anlamda 11 Eylül, yeni bir dönemin başlangıcı olacaktı. ABD’nin kalbine yapılan saldırılar, henüz girilen yüzyılın karakteri hakkında fikir verir nitelikteydi...

Gerilim dolu, her tür ayırımcılığın prim yaptığı, toplumların etnik, dini, ırksal unsurlar üzerinden parçalandığı, hatta düşmanlaştırıldığı bir çağın kapıları açılmıştı. Ondan öte, insanların, kısa süre önce yaşanmış felaketlerden ders almadıkları gerçeği acı bir şekilde anlaşılmıştı… Kendisini siyasi yelpazenin neresine koyarsa koysun, devlet aygıtını halkının yararına yönetmeye talip olan lider, bazı istisnalar dışında, yok gibiydi…

Uygar ve özgür dünyanın teminatı adil ve şeffaf yönetim, demokratik olduğunu iddia eden birçok ülkede yok. Seçimle gelen kadroların tekelleşme eğiliminde olmasına ses yükselten, adalet sistemine ipotek konmasına karşı çıkanların ezildiği, milliyetçi heyecanların sömürüldüğü düzenler egemen oluyor… Doğu Avrupa’dan ABD’ye, Rusya’dan Çin’e, Hindistan’a, Latin Amerika’ya ve Ortadoğu’ya bunu gözlemek olası. Dikta rejimlerinin bu son sürüm modellerinin kendilerinden önce gelenlerden pek farkları yok. İnsanları tecrit etmekten, onları yok etmeye uzanan çeşitli yöntemleri devreye sokmaktan çekinmiyorlar. Kendinden olmayan, kendi gibi düşünüp kendi gibi hareket etmeyen herkesi ortadan kaldırmak gibi bir misyon edinmişler kendilerine… Bunu da halkın yararına yaptıklarını savunmak gibi bir yaklaşımları var…

Zorba kimdir?

On yıl önce kaleme aldığım bir yazıdan alıntı yapmak isterim. O dönemler Saddam gibi, Kaddafi gibi zorba rejimlerin yıkıldığı zamanlardı. Kaynak olarak aldığım 4 Ağustos 2011 tarihli Fransız Le Point dergisinde şöyle bir tanım öneriliyordu zorba diktatörler için…

“Zorba etrafını etkisi altına alır. Halkına rağmen tarihi yönetir, onun bir parçası olur. Kendisini zorla etrafının DNA’sına kaydettirir. Onsuz yapılamayacağı şeklinde genel kabul görmüş bir kanının serpilmesini ister… Bundan medet umar. İnsan denen siyasi varlık sosyal anlamda kendini organize etmeye çalıştığından beri, birilerinin diğerlerini yönettiğine - ve uçlar için ifade etmek gerekirse ezdiğine - tanık oluruz.”

Bu diktatörlerin ortak paydaları iki önemli unsuru içerir: Kişilik problemleri ve radikal ideolojileri. Bu iki unsurun hangisinin baskın olduğu kişiden kişiye değişir, ancak her durumda karışımı yıkıcıdır: İnsanların aşağılanmaları, alıkonmaları, bin tür işkenceye tabi tutulmaları, sürülmeleri, öldürülmeleri; ailelerinin benzer tehditler altında yaşamaları… Toplumların korku ve şiddetle baskılanmaları, sansür ve propagandanın güçlü eli tarafından manipüle edilmeleri, yaratılan bilgi kirliliği içinde debelenmeye mahkûm edilmeleri, hakkın gaspı, hukukun lider tarafından istismar edilmesi…

Neredeyse bu zorba liderlerin tamamı “Rayından çıkmış siyasi ve sosyal düzeni toparlamak” için kâh darbe ile başa geçmiş, kâh demokrasinin cömert ve bir o kadar naif sistemi onları iktidara getirmiştir. Yüzyıllardır kral ve kraliçelere veya imparatorlara yakışmış mutlak idare, Fransız Devrimi ve ötesindeki Sanayi Devrimi sonrasında, yeniden gündemdedir…

Şu veya bu şekilde kaosa sürüklenen toplumların yazgıları totaliter rejimlere kaymak oluyor, ister istemez! Kendini yönetemeyen, seçtiğini sorgulayamayan halkların karşılarında despot rejimleri bulmaları ve liderin kesin idaresine biat etmeleri sıkça rastlanmış, rastlanan ve rastlanacak bir durumdur… Ve o despot kendisini “Halkı için vazgeçilmez görecektir”… İşin ilginci, liderin zorbaya dönüşmesini teşvik eden, eş deyişle onu yaratan, ileride ezeceği halkın ta kendisidir.

Hitler’in yükselişi

Hitler seçimle parlamentoda söz hakkı kazandıktan sonra başbakan oldu. İlk icraatlarından biri meclis yangınını tezgâhlamaktı. Muhalefetin tasfiye edilmesi için bu gerekliydi. Sonrasında bir yetki kanunu çıkardı. Böylece dizginleri eline almaya başladı. Söylemi net ve basitti: Ülkesini Bolşevik şeytandan kurtarmak istiyordu. Buna engel olacak kim varsa gözünün yaşına bakmadı, toplama kamplarına gönderdi. Oranienburg, Buchenwald, Dachau bu ilk konukları, Führer’e, kutsallaştırdığı görevinde karşı gelme cüreti gösterenler oldu. Onlar, Tanrı tarafından Hitler’e verilen göreve rıza göstermeyenlerdi…

Hukuk öylesine bükülmüştü ki, bunların adalete gitmeleri sonuca etki etmeyecekti. Suç yüklenen insanların adaletin süzgecinden geçirilmesi gibi bir durum söz konusu değildi. Zamanımızı mahkemelerde harcasaydık çok işimiz olurdu. Ben hukukçu beylere güvenemem. Paragraf cambazlarını işe karıştırmadan (…) tutuklamak çok daha pratik. Kendime bu hakkı tanıyorum. Ben kendi kendimin adalet bakanıyım” beyanı, liderin düşünce şeklini açıkça ortaya koyması açısından not edilmelidir.

Dava olarak yansıtılan millet davası değildi… Liderin kendisine göre dayattığı, onunla özdeşleşen bir davadır. Hal böyle olunca da dava yoldaşlığı olmayacaktır. Onun yanında duran, onun yanında tutmak istediğidir. Yandaşı için onunla oluşan ilişki kutsiyet ifade ederken, kendisi için, kolayca vazgeçilen cinstendir. Dolayısı ile yola çıktığı birçokları ile ilk sallantıda koparlar zira mesele çıkar meselesidir… Durumdan fayda sağlayan yalnızca odur.

 

Kafkasların gangsteri Stalin

Tasfiye ettiği amansız rakibi Troçki’ye göre Stalin ‘partide ortalama bir adam’dır ve çok da yeterli değildir. Pisliklerini temizlemek zorunda kalmış halefi Kruşçev için ise ‘kıyım çılgınlığının pençesinde isterik’ bir kişiliktir. Biyografisini kaleme alan Simon Sabag Montefirore’ye göre Stalin hem son derece entelektüeldir hem de büyük bir katildir. Büyük Katerina’dan zamanına, bilgisi ile parlayan nadir liderdendir. İncil’i de Fransız Devrimini de etüt etmiş ve enine boyuna incelemiştir. Öte yandan, Kafkasların gangsteri gibi davranmaktan geri kalmamıştır. Mit haline gelmiş bir şiddet ve birbiri ardına geliştirdiği komplolarla halkı sindirir, muhaliflerine aman vermez. Dengesizdir. Bir gün göklere çıkardıklarını hemen ertesi gün yerle bir edebilir.

“Ölüm tüm sorunları çözer. Adam olmayınca sorun kalmaz” fikri, Stalin’e atfedilen 20 milyon cinayeti ve 18 milyon sürgünü açıklar. Sadizme yatkın oluşunu inkâr etmemesi de ilginç bir noktadır: “En büyük zevk düşmanını seçmek, ona indirilecek darbeyi hazırlamak, intikamını yudumlamak ve sonra da gidip yatmaktır…”

Olay insan hakları ihlalleri, tecritler, zoraki göçler, katliamlar olunca da mülteci sorunu çıkıyor ortaya. Ötekileştirilenler için yerinden yurdundan kopmaktan başka çare kalmıyor… Ayakta kalmak için, yaptıklarından ötürü hesap vermemek için tutulacak her yolu mubah gören despotik yapılar ise, biraz kandırarak, çokça da yedirerek devam etmeye çalışıyor yoluna…

‘Ölüler Evinden Anılar’ adlı kitabında Dostoyevski Sibirya’daki sürgün yıllarından söz eder. Alan Bullock, eşsiz incelemesi ‘Hitler – Stalin: Paralel Hayatlar’da, Dostoyevski’nin bu kitabından bir alıntı yapmış:

“Bir başkasını aşağılamak ve bunu en uç noktaya götürmek için gücünü ve iktidarını kullananlar, bir süre sonra duyguları üzerindeki hâkimiyetlerini yitireceklerdir. Zorbalık bir alışkanlık olarak başlar. Gelişme kapasitesi vardır. Ve sonuçta bir hastalığa dönüşür. İnsan ve vatandaş bu zorbanın içinde sonsuza kadar ölür. Geriye dönüş, pişmanlık, yeniden yaratılma olanaksız hale gelir.”

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün