Dünyanın en kolay şeyi başkasını suçlamaktır. Erken davrananın kazandığı bir oyun gibi, suçlamayı ilk yapan kendini haklı olarak konumlar. Adalet duygusunun sarsıldığı, kamusal ahlakın çöküşe uğradığı, geleneklerin gevşediği toplumlarda bu suçlama hali tuhaf bir psikolojiyi de beraberinde getirir. Haklı olanla, haksız olanın birbirine karıştığı bir keşmekeşlik içinde bireysel haklar, hazlar öne çıkar. Hayatın değişmez altın kuralı işlemeye başlar: “Altını olan kuralı koyar.”
Uzunca bir süre bu altının değişken bir şey olduğunu düşündüm hep. Bir gücü simgeliyordu ve bu güç kimi zaman bilgi, kimi zaman para, kimi zaman güzellik, kimi zaman tecrübe olabilirdi. Pandemi süresince ne denli arttığı giderek daha görülür olan toplumsal eşitsizlik bu değişkenin yerini almaya başladı. Kolektif hafızamızın incilerinden ‘Parası olanın düdüğü çalacağı’ konusunda atalardan gelen nasihat, kendini sürekli haklı görenlerin dayanağı olmaya başladı. Muktedir artık sadece gücü elinde tutan değil, kişileri, olayları yargılayan olmaya başladı.
Pandeminin ikinci yazı, ilkinden çok da farklı olmayan bir şekilde böyle bir yapı üzerinde şekillenen haklı olma ve suçlama ekseninde geçiyor. Yola dökülen kalabalıklardan, tıklım tıkış tatil beldelerinden, kafa dinleme amacıyla çıkılan yolların sonunun bir yağma kültürüne açılmasından, bu değişimdeki insan davranışlarından, bunca kalabalığın yer değiştirmesinin olası sonuçlarından kimin suçlu olduğu konusunda bu insanlara tek tek sorsak, çuvaldızı kendine batırana az rastlarız. Aynı tehlikenin ve aynı sorunun içinde giderek daha da sütten çıkmış ak kaşık halimizle yola devam ediyoruz.
Suçlama ve yargılama tırmanadursun, gözümüzün önünde birçok insani konu akıp geçiyor. Kaçak göçmenler, mülteciler, sığınmacılar bunlardan biri. İşin politik yanı bir tarafa, bu insan hikayelerinin görülme biçiminde değişen bir algı var. Bu değişimi yukarıda sözüne etmeye çalıştığım başkalarını suçlama haliyle ilişkili buluyorum. Polonyalı Yahudi bir aileden gelen ünlü sosyolog Zygmunt Bauman, ‘Kapımızdaki Yabancılar’ adlı kitabında tam da bu algı değişimden bahsediyor. Basında, politikacıların açıklamalarında ve sosyal medyada tweetlerle sunulan göç haberlerinin ‘kamusal kaygı ve korkuları odak merkezine getirdiğini’ söyleyen Bauman, bu tanımın hemen ardından insanların giderek duygusuzlaştığı üzerine çarpıcı yorumlarda bulunuyor.
Bunlardan ilki şokların normalleşmesi üzerine. Bauman’a göre bu oldukça tehlikeli bir durum. Kamuoyunun ve rating peşinde koşan medyanın (ki buna beğeni açlığı ile yazılan tweetleri de eklemek gerektiğini düşünüyorum) iş birliği içine girerek ‘mülteci trajedisinden bıkkınlık’ yaratma yarışa giriştiklerini vurguluyor. Artık kimsenin boğulmuş çocuklar, sınırlara çekileceği vaat edilen tuhaf duvarlar, dikenli teller ya da tıklım tıkış doldurulmuş mülteci kampları ile ilgilenmediğini, bunların kamuoyu tarafından normalmiş gibi algılandığını belirtiyor. Dahası, ‘göçmenlere baş belası muamelesi etme konusunda birbirleri ile adeta yarışan hükümetler, kıl payı kurtarılma ve seyahatin sinir bozucu gerçeklerini de barındıran ahlaki rezaletlerin haber bültenlerinde giderek daha az yer almasından’ bahsediyor. Mültecilerin, ekonomik ilerlemeye bağlı olarak yerel anlamda lüzumsuz -fazladan ve istihdam edilemez ‘gereksiz insanlar’- olarak görüldükleri tespitinde bulunuyor.
Ucuz işgücü olarak kullanılabildiği sürece makbul sayılan, aksi takdirde içinde bulunduğu durumun ve yaşamının bir önem atfedilmediği insanların ‘keyfi şiddet düzeni’ içinde yeni bir yaşam kurmasının yarattığı durum hakikaten bir bıkkınlık ise birey olarak bizler kendimizi nasıl iyi insan olarak kabul edebiliriz, bilmiyorum. Aklıma içinde Aylan bebeğin adının geçtiği seçim konuşmaları geliyor. İnsanlık üzerinden, din kardeşliği üzerinden kurulan o söylemden beklenen oy oranı yüzde kaçtı acaba? Elde edildi mi? Basının görmediğini göremediğimiz bu bıkkınlık düzeni içinde ondan sonra boğulan bebekler değersiz miydi? Bu yolculuklarda geçen haftalarda ölen veya önümüzdeki haftalarda ölecek olan insanlar çok belli ki artık bu hesabın dışında. Artık ortalıkta görülmelerinin makbul olmadığı başka hesapların içindeler. Oysa insan hikayelerine baktığımız zaman onların da bedelini maddi olarak ödedikleri ve çoğu zaman bir deniz kenarında bitmesi beklenen bir yolculuğa çıktıklarını görüyoruz.
Şimdi beraberce düşünelim. Olduğunuz yerden sıkıldınız, bir deniz kenarına tatile gitmek istiyorsunuz. Buna ihtiyacınız var. Bunu gerçekleştirecek paranız var. Kimse sizi durduramaz. Sizinle aynı hislerle yola çıkan ancak etrafınızda kalabalık yapan ‘lüzumsuz’ insan topluluğu sizde bıkkınlık yaratıyor. Ne işleri var ki orada siz çok hak ettiğiniz tatili yapacakken? Başa saralım. Olduğunuz yerde yaşamanız imkânsız. Eviniz yok, işiniz yok, canınız tehlikede. Bir deniz kenarına ulaşıp kaçıp kurtulmak istiyorsunuz. Buna ihtiyacınız var. Tuhaf tuhaf adamlar sizden abuk paralar istiyor. Veriyorsunuz. Birileri sizi her an durdurabilir. O yol denize hiç açılmayabilir. Diyelim ki açıldı, dilini bilmediğiniz insanlar sizi tıkış tıkış botlara bindirip bilmediğiniz bir denizin kıyısından, bilmediğiniz bir başka kıyıya doğru yola çıkarabilir. Olmadık bir yerde ters bir dalga, dengesiz bir kıpırdanma botunuzu alabora edebilir.
Bu kötü kurgu Ege Denizinde 2018’de 2299, 2019’da 1885, 2020’de 1417 ve 2021’in Haziran ayına kadar 827 insan için ne yazık ki gerçekleşti. Haberlerini okumadık. Adlarını bilmiyoruz. Cesetleri çıkarılmadı. Bauman “Sadece kendimizi düşünmemize sebep olan konfor kültürü bizi başka insanların haykırışlarına duyarsız kılıyor” diyor. Doğru. Başkalarının acı çekmesine alışık hale geldik. Zira bizi ilgilendirmiyor, bizi etkilemiyor, bizim işimiz değil! Böyle hikayelerden bıktığımız için onlarınkini de duyamadık, öğrenemedik. Bakın bunlar normal şeyler değil.
Bu yazıda, Zygmunt Bauman, Kapımızdaki Yabancılar (Çeviren: Emre Barca, Ayrıntı Yayınları 2018) kitabından yararlanıldı.