Deyzi Alyanak´ın anılarında Tozkoparan Yeni Hayat Apartmanı
Yazan: Joy İris Levi
Derleyen: Mois Gabay
Geçmişimiz Bilmezsek Geleceğimize Yön Veremeyiz
Anneannem Deyzi Alyanak için Şişhane, Kuledibi ve Beyoğlu belleğinin en temiz köşesinde bekleyen, çocukluk yıllarının en masum hatıralarının semtiydi. Şişhane ile Kasımpaşa arasında yer alan Tozkoparan semti tıpkı anneannem gibi o dönem Yahudi ailelerinin sayıca çok oldukları semtlerden biriymiş. Ailece yaşadıkları Yeni Hayat Apartmanı Beyoğlu Cihangir’deki Abdülhak Hamit Tarhan’ın yaşadığı aynı isimli apartman kadar ünlü olmasa da Rum komşuları ile birlikte çok kültürlü bir hayata şahitlik etmiş. II. Dünya Savaşı’nın başlamasına birkaç sene kala ailesi ile bu yeni yapılmış, tertemiz apartmana taşınmaları da aslında yepyeni bir hayata, apartman yaşantısına bir nevi geçişin sembolüymüş. 1933-1958 arasında geçen Tozkoparan’daki yıllardan sonra anneannem, ablasının peşinden başka yerlere taşınmış.
II. Dünya Savaşı’nın faşist atmosferi ve ülkemize etkileri şüphesiz anneannemin hatıralarında da o döneme dair kitaplardan öğrendiğimiz acı hatıralar bırakmıştı. Anneannem o zor zamanları önce çok detaylı anlatmak istemeyip, güzel anılarımız da oldu dese de üst üste sorduğum sorular karşısında yaşadıklarını sıralı sırasız uzaklara bakıp anlatmaya başlamıştı… 11 yaşına kadar Rus Konsolosluğunun yakınında olan Bene Berit Musevi Lisesinde okumuş, II. Dünya Savaşı’nın başlaması ile birlikte Rusların konsolosluk binasını satın almasıyla da yakınlarda başka bir binaya taşınmışlardı. “Babamı askere çağırmışlardı 1940’ta. Askerden döndükten sonra da 1942’de Varlık Vergisi geldi. O zaman çok kötü günler geçirdik. Ben okula devam ediyordum.” Anneannem bu noktada ağlamaklı bir şekilde sözlerine devam etti. “Ekonomik durumumuz çok kötüydü, çünkü Tozkoparan’a geçer geçmez, 1940’ta, babam askere gitti; savaş başlamıştı. Babam 40 yaşındaydı o zaman ve askere gitti o yaşta. Askerden döndü; bir sene sonra Varlık Vergisi koydular. Vize 150 bin lira vergi koymuşlardı. 150 bin lira o zaman, şimdinin 150 milyon doları gibi. Babam bütün bunları ödeyemedi; onu Aşkale’ye yolladılar. İşte o zaman çok kötüydü çünkü Aşkale’ye gidenler için devletten evlere memurlar geliyordu. Bizim evimize de geldiler ve bütün eşyaları topladılar, götürdüler.” Hiç unutmadığını söyleyerek devam etti anneannem: “Annemin bir tane geceliği vardı, asılı kalmıştı banyoda. Adamlar geldi, ‘Bu da senin için çoktur’ dedi ve götürdü. O gece ablamla yerde yatacaktık. Ablam ve ben ağlamaya başladık. Babam yoktu, annem de ağlıyordu bizimle. Ondan sonra annem pazar arabasından, nereden buldu bilmiyorum çünkü küçüktüm ben daha, yatak yaptı. Üstüne bir şeyler koymuştu ve üçümüz çok uzun zaman boyunca orada yatmıştık. Babam geri geldiğinde, yani 1943 yılında borcu olduğu için, 150 bin lirayı veremediği için hiçbir şey alamıyorduk. Çünkü her ay birileri gelir, kontrol ederdi ne satın aldınız diye. Bir şey satın aldıysak hemen alırlardı. Hiçbir şey almıyorduk, geri vermektense almamayı tercih ediyorduk. Paramız yoktu, yatacak yerimiz yoktu. Gerçekten çok kötü günler geçirmiştik o zamanlar. Annem bunları hissettirmemek için elinden geleni yaptı ama yine de sıkıntılı günlerdi ve ben bu günleri unutamam doğrusu.”
Bu yaşında bile hala unutamadığının ve düşününce gözlerinin dolduğunun özellikle belirtti. Babasını 1942’de Aşkale’ye yollamışlar ve orada bir sene kalmış. Babasıyla mektuplaşabiliyorlarmış ama dönemin ve o durumun getirdiği şartlar bunu zorlaştırıyormuş. Eniştesi de Aşkale’ye gitmiş. Bununla ilgili diğer anılarını da anlatmaya başladı anneannem: “Arada yaşlı adamları da almışlardı çünkü bu askerlik değildi. Paralarını veremeyen çok insan vardı, onlar da gittikleri zaman orada ölüyordu. Hatta benim bir eniştem vardı. Onu da götürmüşlerdi çünkü babamla birlikte ortak bir dükkanları vardı. O parayı veremedik, onu da aldılar ama o daha yaşlıydı. Babam 40 yaşındaydı, o 60 yaşındaydı ve çok korkmuştu. Onun bütün bir mahalle dolusu apartmanları, evleri vardı ve hepsini sattı, parayı verdi. O derdi ki babama, ‘Ben gitmeyeceğim çünkü gidersem öleceğim’ ve hepsini sattı. Parasız kaldı. Sonra da yine de aldılar, götürdüler. Babam derdi ona, ‘Verme çünkü nasıl olsa götürecekler bizi’ ama o dinlemedi kimseyi. Vermişti parayı fakat 150 bin lira kolay kolay verilmezdi o zaman için, çok paraydı.”
Varlık Vergisi o yıllarda anneannem gibi dedemin hayatını da geri dönülmez bir şekilde değiştirmiş. Dedemler o zamanlar daha kalburüstü Yahudi ailelerinin yaşadığı Teşvikiye’de eniştesine ait olan İkbal Apartmanında yaşarlarmış. Varlık Vergisi yüzünden o apartmanı da Müslüman Türklere satmaları gerekmiş. Dedemin eniştesine de satış sonrası oturmaları için giriş katını kiraya vermişler, dedem de orada otururmuş.
II. Dünya Savaşı’nda Almanların Yunanistan sınırına gelmesi ülkede büyük bir panik havasına sebep olmuş. Anneannem küçük bir kız çocuğu olarak o yılların da ne zor geçtiğini annesinin aldığı önlemlerden hatırlamaktaydı: “Almanlar Yunanistan sınırına gelmişlerdi ve annem demişti ki muhakkak İstanbul’a da gelirler. Bizim mutfakta bir balkonumuz vardı. Oraya odunları koyardık çünkü o zaman odunla soba yakardık. Eğer gelselermiş annem bizi odunların arkasına koyacakmış, bizi böyle koruyacakmış. Küçüktüm ama anlardım. Almanlar gittikleri yerlerde herkesi vururlardı. Eğer Türkiye’ye gelselerdi bizi de vuracaklardı ama çok şükür gelmediler.”
Anneannemin Yeni Hayat Apartmanına dair hatırladığı iki ayrı hırsızlık olayı bile o zamanların hırsızlarının dahi şimdiye göre çok daha insaflı olduğunu hatırlattı: “Büyük teyzemin düğününden bir gece önce eve hırsız girmiş. Anneannem sesin nereden geldiğine bakmak için o tarafa doğru gitmiş ve masanın üstünde alınmaya hazır durumda olan 2500 liranın, ki bugünün belki 20 katı kadar değere sahip bir fiyat, alınmasını engellemişti. Bir diğer hırsızlık olayında ise ben daha küçük bir çocukken kapıyı yanlışlıkla açık bırakmış, bunun sonucunda evimize hırsız girmiş ve yatağın altına saklanmıştım. Sen bu zamanlarla karşılaştırırsan, hırsız girecek yatağın altına ve bir şey yapmayacak 11-12 yaşlarında bir kıza?”
Anneannem Musevi Okulundan sonra eğitimine eniştesinin desteğiyle Notre Dame de Sion’da devam etmiş. Malum o dönem Fransızca halen çok geçerli bir dilmiş. Oradan da 1953 yılında mezun olmuş. Mezun olduktan sonra çalışmamış çünkü o zamanlar kadınlar için çalışmak pek iyi görülmezmiş. Dame de Sion’dayken girmiş olduğu Bachaleora sınavı sonucu Fransa’dan üniversite kabulü gelmiş. Ailesi o görmeden mektubu saklamış. Kızlarının Fransa’da II. Dünya Savaşı sonrası tek başına yaşamasını istememiş. Onun yerine Fransa’ya, amcalarının yanına birkaç aylığına ziyarete gitmiş. Geri döndüğünde yine çalışmayı tercih etmemiş, çünkü hem üniversite diploması yokmuş hem de tepkilerden çekinmiş. Tabi arada küçükken çok samimi olduğu mahalleden arkadaşlarıyla da ayrılmışlar.
6-7 EYLÜL
6-7 Eylül 1955’te gördükleri de anneannemi derinden etkilemişti. O günlerde yaşananları anlatmaya başladı: “O hareket ağırlıklı Rumlara karşıydı. Biz o zaman Büyükada’da oturuyorduk. Ben gençtim o zaman, 1955’te. Bir akşam seslerle, patırtı gürültüyle uyandık. Biz iki katlı bir evin giriş katında oturuyorduk. Üstümüzde Rumlar oturuyordu çünkü onlar bizim ev sahibimizdi. Birdenbire, çöpler ve büyük taşlar, benim anne ve babamın yattığı yatak odasına geldi. Düşün, eğer daha geç olsaydı ve onlar yatmış olsaydı, o taşlar ve çöpler başlarına gelecekti. Etraf, ‘Kahrolsun Rumlar, kahrolsun Rumlar’ sesleri ile inlemekteydi. Bütün mallar sokaklardaydı, bütün gümüşler hepsi. Tabi hırsızlar da vardı sokakta; onları çalıyordu, götürüyorlardı. 2-3 gün böyle sürdü. Ondan sonra nihayet Türk ordusu geldi ve bütün bunları durdurdu. Biz de Büyükada’da çok korkardık. Yatmak hiç yoktu çünkü gece yarısı gelirler diye tereddüt ediyorduk. Bizim evimiz balkonla çevrili çok güzel bir evdi. Balkonlardan gelebilirlerdi çünkü ilk kattaydık. Hiç uyumamıştık o geceler, ta ki dediler bitti, ta ki etraf sakinleşti. 6-7 Eylül’ü de böyle geçirmiştik. Böyle olaylar İstanbul’u etkiledi. Biz de çok korkmuştuk o sıralarda, iyi ki Büyükada’dayız derdik. Şehirde ne olaylar olmuştu, Büyükada’da da olmuştu ama orası adaydı, nispeten çok insan gelmezdi ve daha çabuk yatışmıştı olaylar.”
Anneanneme yine yakın dönem tarihimizde öğrendiğim Vatandaş Türkçe Konuş hareketini ve toplumumuza etkilerini sorduğumda, Tozkoparan’da belirli bir antisemitizm olayı yaşamadığını ama Türkiye’de her zaman antisemitizm olduğunu söyledi. Gülümseyerek başına gelen trajikomik bir olayı benimle paylaştı: “Bir ara dediler ki herkes Türkçe konuşacak. Biz de bir gün ablamla sinemaya gittik. Benim anneannemin bir arkadaşı vardı, Saadet Hanım, Türk’tü ama Fransızca da biliyordu İngilizce de. Biz sinemadan tam çıkarken baktık ‘Deyzi, Suzi!’ diye biri bağırıyordu. Fransızca konuşmaya başladı. Biz ablamla yerin dibine girdik çünkü herkes Türkçe konuşma mecburiyetindeyken Fransızca… Dedik ‘Saadet Hanım siz nasılsınız?’ Biz Türkçe konuşurduk, o Fransızca cevap verirdi. İşte o çok komik bir olaydı, trajikomik. Birinin bizi yakalamasından korkuyorduk.”
Anneannemle sohbetimizde sadece hüzünlü olaylardan bahsetmedik. Anneannemin evinin yakınında o zaman Neve Şalom Sinagogu yeni yapılmış. Herkes de oraya gidermiş. O zamanki bayramları da anlattı. Anneannemin annesi dine çok bağlıymış, babası ise daha sekülermiş. Neşeyle o zaman bayramların ne kadar güzel kutlandığını anlattı. Onun annesinin ablası babasının ağabeyiyle evliymiş ve onlar da bayramlara ve geleneklere daha bağlıymış. Ailenin en büyüğü olduğu için her zaman teyzesinin evinde toplanırlarmış. 15-20 kişi oraya gider ve bayramları kalabalık bir şekilde kutlarlarmış. O zamanlar şarkılar söyler, çocuklara sorular sorarlarmış. Şimdi o bayram günlerini özlemle andıklarını anlattı.
Ailemin geçmişte neler yaşadığını ve o zamanların nasıl geçtiğini öğrenmek benim için çok anlamlıydı. Sohbetimiz sonunda anneanneme sıkı sıkı sarıldım, öptüm ve her şeyi tüm samimiyetiyle paylaştığı için teşekkür ettim. Bizden evvelki nesillerin neler yaşadığını ve bugünlere nasıl ulaştığımızı öğrenmek bizlerin geleceğe daha sağlam adımlarla bakmamızı sağlayacak. Eminim, çünkü geçmişimizi bilmezsek geleceğimize yön veremeyiz…