´´Burada şeytan Tanrı ile çarpışıyor. Savaş meydanı ise insanların yüreği.” Karamazov Kardeşler/Dostoyevski
Ömer Özbey
Sanatın gerçek rolü nedir? Rus yönetmen Tarkovsky için her şeyin mubah olduğu bir dünyada, dinî deneyim ile hakikat arayışının sanat aracılığı ile dile getirilmesidir. Tarkovsky’nin derdi belki de Dostoyevski’nin, Tanrı yoksa her şey mubahtır hakikatini yedinci sanatla defaatle hatırlatmaktır.
Sinemanın şairi Tarkovsky’yi, uzun planlı çekimleri, rüya ve gerçeklik arasındaki uzlaşmaz ilişkiyi resmetmesi, usta bir ressamın tuvale yaratıcı fırça darbeleri vurması gibi yarattığı kusursuz imgelemleri, kuşkusuz onu, sinema tarihinde asla yeri doldurulamayacak bir auteur yönetmen yapmıştır. Stalker, Nostalgia, Ayna, Andrei Rublev ve Ofrett, bunun en güzel örnekleridir. Tarkovsky'nin kendine has sinemasal tekniği bir yana onun eserlerinde göze çarpan ana tema, maddi dünyada yolunu kaybeden bireyi, Tanrısal deneyim alanına çekerek, inanç ve maneviyat ikamesiyle insanlığı kurtaracak yegane tılsım olarak görmesinde yatar. Nitekim Tarkovsky 1986'da Paris'te son günlerini geçirirken Fransız eleştirmen Charles Hubert de Brantes'e verdiği röportajda inanca ilişkin şunları dile getirir:
''İnsanın gerçekten sahip olduğu tek şey, inançtır. İnanç, insanı kurtarabilecek tek şeydir, benim derin inancım bu. Başka hiçbir şeyin gerçekliği yok.''
1986 yılında Cannes Film Festivalinde Büyük Jüri Ödülü, En İyi Sanatsal Katkı Ödülü gibi birçok ödüle layık görülen Offret (Kurban) filmi, Tanrı ve insan tasavvuru, iman ve inanç krizi, özgürlük ve eylemlerinden sorumlu olma ve tüm bağlılıklarından vazgeçebilme erdemi gibi birçok maddi ve metafizik probleme kapı aralayan bir film olmasıyla, Andrei Rublev'den sonra Tarkovsky'nin sinemadaki 'keşişliği'nin doruklarını yansıtır. Sanatçının ‘Sonsöz’ niteliği taşıyan Kurban filmi ile Tarkovsky insanlığa kurtuluş reçetesini armağan eder. Yani onun ifadesi ile “Tanrı’ya geri dönmek”.
Usta yönetmen Bergman'ın filmlerinden aşina olduğumuz Erland Josephson'un kusursuz teatral başarısı ile film Tarkovsky'nin sinemasal doruklarını zorlar. Josephson’un canlandırdığı Alexander, kötü bir hastalığın pençesiyle boğuşan eski bir tiyatro eleştirmeni ve oyuncusudur. Filmin ilk giriş sekansında Tarkovsky’nin empresyonist bakışı ile bir deniz kenarında oğluyla kuru bir ağacı tekrar yeşertmeye çalışan Alexandr ve oğlunu görürüz. Alexandr’ın oğlu boğaz ameliyatı geçirdiği için hiç konuşmaz; sadece babasının bir keşişin kuru bir ağacı nasıl hayata döndürdüğünü anlatan hikayesine kulak kabartarak ağacı dikmesine yardımcı olur. Tarkovsky, konuşma ve sessizlik dikotomisiyle İlahi Kelâm’a götürecek ortamı olanaklı hale getirir. Manastırdaki keşiş, bir uçurumun yamacında yeşermesi mümkün olmayacak bir ağacı her gün muayyen vakitlerde sular. Bir gün ağacı sulamaya geldiğinde ağacın yeşerdiğine tanık olur. Çünkü şartlar ne kadar olanaksız olsa da Keşiş yaptığı eyleme inanmış ve mucize gerçekleşmiştir. Tarkovsyk, Keşiş söylencesiyle insani eylemdeki iman ve teslimiyete dikkat çeker. Diğer bir husus da usta yönetmen, kuru ağaç metaforuyla, insan ve doğa arasındaki bütünlüğün bozulmaya yüz tuttuğunda insanlığın nasıl bir yıkıma sürükleneceğini haykırır. Buna, Alexandr’ın yaptığı monologlarla şahitlik ederiz: “İnsan hep başkalarına karşı savundu kendini. Başka insanlara, doğaya karşı. Durmadan doğaya karşı güç kullandı. Sonuç: Güce, şiddete, korkuya ve bağımlılığa dayanan bir uygarlıktan başka bir şey değil. Teknik ilerleme dediğimiz şeyin bize getirdiği tek şey konfor oldu. Mikroskobu cop gibi kullanıyoruz.”
Tarkovsky, Alexandr’ın kendi kendine yaptığı bu konuşmayla daha doğrusu itiraf sakramenti ile kahramanın dünyevi olan ile ilahi olan arasındaki rabıtanın ilk işaretlerini verecektir. Batı uygarlığının Aydınlanma’dan beri kat ettiği bilimsel ilerlemeyle kazandığı maddi refah ve doğayı tahrip etme dürtüsüyle, insan ve doğa arasındaki ilk kopuşun emareleri görüldü. İnsan, müteveffa Nietzsche’in deyişiyle ‘amacını’ unuttu. Ve sonunda savaş ve nükleer felaket kapının eşiğine dayandı. Tarkovsky amacını unutan insana Alexandr’ı Tanrı’nın bir elçisi gibi takdim eder. Yani ancak sahip olduğu bütün maddi ve manevi arzulardan vazgeçerek bütün yıkımlardan ve hastalıktan kurtuluşa erebilecek bir prototipi sunar. Kurban olarak, diyet olarak bütün varını ve yoğunu feda edecek bu prototip, insanlığın zirvesinde at koşturabilecek bir yetkinliğe de ulaşacaktı. Tarkovsky’nin Alexandr prototipi, semavi dinlerde insanlığa önder olan farklı çağlarda yaşayan her bir peygamberin sınamalarını yansıtan kesif alegoriler içerir. Alexandr da yer yer oğlunu kurban eden İbrahimî teslimiyet, yer yer tüm varını kaybeden Eyyüb’ün duruşu, kutlu İsa’ya hamile kalan Meryemî sessizliği, Sina’da Rabbi ile konuşan Musa’nın mukaddes soyluluğunun izleri ve en umutsuz anlarda balinanın karnında Allah’a iltica eden Yunus’un yakarışı muayyen sahnelerde kendini hissettirir. Ve işte filmin gerilim noktası tam da bu noktada Alexandr’ın bu yakarışıyla başlar:
“Ulu Tanrım!
Göklerdeki Ulu Tanrım!
Adın mübarek olsun, inayetin üstümüze olsun.
Yalnız senin değin olur, rızkımızı sen verirsin
Bizi kötülüklerden korursun”
Yaratıcıya sevdiklerini bağışlamasını ve eğer bütün olumsuzlukları ortadan kaldırırsa her şeyden vazgeçeceğine dair ahid verir. Bu sahnede çok ciddi bir Bergman etkisi vardır. Tarkovsky’nin daha önceki filmlerinde pek nadir görebileceğimiz kahramanların monologları, sessiz çığlıkları ve itirafları bu sahne ile zirveye ulaşır. Filmin ilk sahnelerinde postacı rolü ile nereden geldiği ne yaptığı tam olarak bilinmeyen sır dolu Otto’nun Aklexandr’a içinde bulunduğu kötü şartlardan kurtulmanın yegane çaresinin evin hizmetçisi Maria ile ilişkiye girmesi gerektiğine dair çözüm önerisi filmin ikinci gerilim hattını oluşturur. Maria’nın özellikle soğuk ve donuk arkaik yüzü Orta Çağ’daki bir cadıyı çağrıştırır adeta. Tarkovsky’nin bu denli fantastik ve teolojik bir hermenötik düzlemde konuyu ele alış biçimi, aydınlanma, rasyonalizm ile ilahi ve aşkın olanı ikame sürecini izleyiciye her yönüyle gösterme eğiliminin bir parçası olarak görülebilir. Devam edecek…