Ayın karanlık yüzü

Son günlerde yayılan, genişleyen bir tartışma var: Göçmenler ülkelerine dönsün deniyor. Göçmen karşıtı bir tutum var ortalıkta. Dile getirilen düşüncenin objektif nedenleri olsa da getirilen düşüncenin ifade ediliş biçimi ciddi bir sorun teşkil ediyor.

Hasan Bülent KAHRAMAN Perspektif
11 Ağustos 2021 Çarşamba

Son günlerde yayılan, genişleyen bir tartışma var: Göçmenler ülkelerine dönsün deniyor. İddiayı öne sürenlerin belli ve somut dayanakları var. Türkiye’nin son yıllarda uyguladığı göçmen politikasının yanlışlar içerdiği malum. Göçmenler için sağlıklı, dikkatli, analitik yeni programların, politikaların üretilmesi şart. Bunlar somut ve akademik irdelemelerin konusu. Ben işin o yanında değilim. Bir yanlışın düzletilmesini, bir yanlıştan dönmeyi, biraz da akademisyen olmanın verdiği refleksle herkesten çok isterim. Ama gördüğüm bu değil.

Biz zaten bir konuyu soğukkanlı ve analitik şekilde ele almayı bilmeyen bir toplum olduğumuzdan ve politik alan bu yanlış tutumu ayrıca büyütüp geliştirdiğinden göçmenler konusunda da tout court ‘yanayım-karşıtım’ kutuplaşmasını yaşıyoruz. Gitsin diyenler de kalsın diyenler de konuyu irdelemiyor, sorgulamıyor. En üst perdeden çığlıklarla taraftarlık yapıyor.

Bu koşulun rahatsız ediciliği bir yana göçmenleri istemiyoruz yaklaşımı beni başka iki nedenle de irkiltti.

***

Birincisi dünyanın hali. Son on yıldır gitgide artan ölçülerde otokrat yönetimlerin hâkim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Aşırı sağcı hatta ırkçı partiler, siyaseti de toplumu da yönlendiriyor. Şöyle düşünelim: Dünya 1989’da bir duvarı yıktı. Berlin Duvarının göçürülmesi tarihin yönünü değiştirdi ve herkes yeni, özgürlükçü, çok daha demokratik, bürokratik vesayetlerden, devletin sultasından kurtulmuş bir dünyaya yöneleceğimizi düşünerek mutlu oldu. Küreselleşmenin birinci dalgası budur. ‘Tarihin sonu’ tezine inananlardan değilim ama duvarların yıkılmasından da derecesiz mutlu olanlardanım. Sonunda Hobbes’un kara canavarı Leviathan’la (su canavarı Behemoth’tur.) özdeşleştirdiği baskıcı devlet ne kadar gerilerse toplum ve insan o kadar alan kazanır. Bunun da büyük olanaklar sunacağını varsayarım.

Bu açılım yeterince gelişmedi. Üstüne ve içine kapandı. Burada sayamayacağımız birçok nedenle devlet ‘makinesi’ dünyanın her yerinde toplumsal alanı daralttı. Değindiğim gibi giderek otoriterleşen yönetimlere kapı araladı. Nasıl oldu, neden oldu derseniz cevabım bellidir. 1980’lerden başlayarak, Yeni Sağın ve neo-liberal politikaların devreye girmesiyle solun politika sahasından silinmesi bu sonucu doğurdu. Demiyorum ki, en katı, en şedit Marksist görüşler, sınıf savaşları öne getirilsin. Ama sosyal demokrasinin dünyanın hiçbir yerinde ve Türkiye’de artık telaffuz edilmemesi otoriter rejimlerin, sağcılaşmaların başlıca nedenidir. Gerekirse daha uzun boylu tartışırız.

Söz konusu gelişme kendisini en çok ırkçılıkta, o da göçmen karşıtlığında ve yabancı düşmanlığında (zenofobi) gösteriyor. Üstelik bu manasız tutum suyun akışına ters şekilde cereyan ediyor. Fransız ulusal futbol takımı neredeyse baştan sona ‘yabancılardan’ oluşuyor ama Fransa’da zenofobi zirveye çıkmış durumda. Bu çelişki derece derece tüm ülkelerde cereyan ediyor. Sol geleneği olmayan ülkelerde düşmanlık büsbütün artıyor.

***

Şimdi gelelim ikinci yanına işin. Türkiye konuyu yakın zamanlara kadar iyi getirdi. Çeşitli yorumlarla göçmenler ülkede ciddi bir sorun yaşamadan barındı. İstanbul’u benim gibi durup dinlenmeden gezenler bilir. Gidin Kumkapı ve civarına bakın. Nerede olduğunuzu şaşırırsınız. Afganistan mı, Pakistan mı, İstanbul mu o mahalle, belirsiz. Kurtuluş-Feriköy-Bomonti hattı keza. Siyahlar, Afrikalılar ve daha bir dizi dünya insanı sokakları dolduruyor. Çok güzel bir şey. Sorunlarını, sıkıntılarını gidermek bize düşer. Ama 20 milyonu bulmuş bir kentin bir ‘küresel metropol’ olması, kozmopolit bir dokuya sahip bulunması bir kazançtır. Değerini bilmemiz gereken bir durumdur.

Oysa göçmen karşıtı bir tutum var ortalıkta. Başta söylediğim gibi objektif nedenleri olsa da getirilen düşüncenin ifade ediliş biçimi ciddi bir sorun teşkil ediyor. Hadise kısa sürede sert, şiddete dayalı, hiç istenmeyen sonuçlar üretebilir. Herkesin dikkatli olması gereken, son derecede duyarlı bir küresel mevzudan söz ediyoruz. Hepsinden ötesi de Türkiye’nin siyasal şiddetle, ‘öteki’ne karşı tarih içinde geliştirdiği ve asla övünemeyeceğimiz davranışlarla örülü bir tarihinin olması. 1492 yılı nasıl Osmanlı tarihinde bir övünç hamlesiyse daha sonraki oluşumlar da o kadar üzücüdür. Şöyle bir hafıza tazeleyelim ve nasıl her on yılda bir bazıları kahredici olayların yaşandığını anımsayalım.

Çok uzağa gitmeden ve bir yıl önce bir yıl sonraki tarihleri yuvarlayarak bakarsak 1895 Ermenilere dönük Hamidiye olaylarıdır. 1915 gene malum en üzücü Ermeni sorunun yaşandığı yıldır. 1925 ilk mübadeledir. 1935 Yahudilere karşı Edirne olaylarıdır (aslı 1934). 1945 Varlık Vergisi yıllarıdır (aslı 1942). 1955’te 6-7 Eylül faciası yaşandı. 1965’te Kıbrıs olaylarından sonra gene bir mübadele var. 1975’te iç savaş yaşanıyordu, Çorum, Maraş katliamları cereyan etti. 1985’te Kürtlerle kırk yıldır süren çekişmeler başladı. 1995’te Madımak Oteli yakıldı (aslı 1993). Daha fazla bugüne yaklaşmak istemiyorum ama iddialar ne yönde olursa olsun Konya’da bir aileden yedi kişinin katledilmesi aklın alacağı bir olay mıdır?

***

Çok önemli görevlerde bulunmuş bir Amerikalı dostumla bu konuları zaman zaman ele alırız. Bana “Hiçbir devletin geçmişi temiz değildir” der. Bunu kabul ederim. Devlet, işte söyledim, bir Leviathan’dır, yakar, yıkar. Weber devleti ‘meşru şiddet kullanma hakkına sahip organ diye tanımlıyordu’. Herkesin derece derece işine geldiği için bu tanım çok benimsendi. Devletin tamamen soyut bir organ olarak şiddetle iç içe olduğu binlerce yıllık tarihin öğrettiği hiç şaşmaz derstir. Bu bakımdan, gizli servisleriyle, ordularıyla, polis teşkilatıyla hiçbir devlet sütten çıkmış ak kaşık değildir.

Gene de bir siyaset bilimci olarak söyleyeyim, fiil olarak da tarih olarak da demokrasi devlet erkinin sınırlandırılması sürecidir. Bir ülkede devlet ne kadar gerideyse toplum o derecede ileridedir, gelişmiştir. Devletin meşruiyeti (legitimacy), ilk küreselleşme dalgasının getirdiği ilkelerle söylersem hesap vermesi, saydamlığı, liyakate dayalı olması gene sınırlanışıyla ilgili hususlardır.

Türkiye bu türden ülkeler arasında değil. İtiraf edelim. Kabul edelim. Devlet bizde sertliğe daima daha yakındır. O öyle olunca toplumsal şiddet de ürüyor, artıyor, çoğalıyor. Çağın getirdiği sertliğe yatkınlık şimdi her yerde ötekinin reddedilmesiyle kendisini gösterirken Türkiye de payına düşeni alıyor. Oysa gene küreselleşme tahayyülleri arasında etkileşim, diyalog, ötekinin benimsenmesi gibi ilkeler vardı ve bu dinsel, cinsel, tensel farklılıkları içeriyordu. Gele gele bambaşka bir yere geldik. Buradan dönmek mümkün ve kısa bir yolu da var: bir toplum zenofobiden yani ayın karanlık yüzünden uzaklaştıkça devleti dönüştürür. Bu kadar net, bu kadar kesin.

Önümüzdeki iş ve görev bu: Ayın karanlık yüzünden kurtulmak...

“Kabul edelim. Devlet bizde sertliğe daima daha yakındır. O öyle olunca toplumsal şiddet de ürüyor, artıyor, çoğalıyor. Çağın getirdiği sertliğe yatkınlık şimdi her yerde ötekinin reddedilmesiyle kendisini gösterirken Türkiye de payına düşeni alıyor.”

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün