Yıl 1895, Paris´te soğuk bir aralık günü. Lumière Kardeşler çok önemli bir akşama hazırlanıyor; çünkü kendi icatları olan ´Le cinématographe´ sayesinde dünyanın ilk sinema seansını gerçekleştirecekler. Ancak bu gösterim şu an alışkın olduklarımızdan biraz daha farklı olacak…
Aron Cem Behar
1895 yılının soğuk bir kış günü, 33 Parisli, ‘Salon İndien du Grand Café’ isimli salonda, toplam yirmi dakika sürecek on basit klip izlemek için en pahalı kıyafetlerini giyerek bir Fransız frangı ödediler. Bu klipler, bir bahçıvanın çiçek sulamasını ya da fabrika çalışanlarının işten çıkmasını gösteren basit videolardan oluşuyordu. Buna rağmen, beyaz perdede gösterilen o on klip, öyle etkileyeci oldu ki, çok kısa zamanda polis, içeri girmek isteyen 2500’e yakın kişiyi kontrol altında tutmakta zorlandı.
Bu ilginç ve yeni icat İngiltere’ye 1896’da, Amerika’ya ise 1905’te ulaştı. İstanbul’daki ilk seans 1897’de yapılırken, ilk sinema 1908 yılında, Polonya Yahudisi, yönetmen, senarist ve yapımcı Sigmund Weinberg sayesinde, Meşrutiyet Caddesi 17 numarada kuruldu. Bu sinema, hâlâ günümüzde Avrupa’da varolan Pathé isimli şirkete aitti. Mekân sonradan birden fazla kere isim değiştirdi, fakat ziyaretçilerinin heyecanı, 1958’deki yıkılışına kadar hiç değişmedi.
19. yüzyılın sonlarından itibaren sesli ve renkli film yapımının mümkün olmasına rağmen, bu teknolojinin sinemalarda yaygınlaşması uzun zaman aldı. İlk filmler siyah-beyaz ve sessizdi. Bu filmlerde yönetmenler, ana fikirlerini genellikle arayazılarla seyircilere aktarıyordu. Arayazılar, bir filmin başlığını, bölümlerini ve zaman zaman repliklerini aktarmak için kullanılıyordu. Bunların en ünlü kullanıcılarından biri de İngiliz aktör, yazar, yönetmen ve yapımcı Charlie Chaplin’di.
Eski Hollywood’un unutulmaz sahnesi
1920’lerden itibaren dünya sinemasını domine eden, Hollywood’un altın çağının en önemli figurlerinden olan Charlie Chaplin, yeri geldiğinde müzik, yeri geldiğinde replikler ve şan, hatta arayazılarla istediği komedi ve dramatik efekti ustaca verebilen bir sanatçıydı. Bu ustalığı en iyi bir şekilde, ‘Modern Zamanlar’ filmindeki bir sahneyle gösterebiliriz. Bu sahnede, Chaplin’in oynadığı karakter, ‘The Tramp’ ya da filmin Türkçe versiyonundaki ismiyle ‘Şarlo’, bir barda şarkı söyleyecektir, fakat dansederken bileğine sakladığı şarkı sözler uçup gider. Paulette Goddard karakterinin ona kulisten el işaretleriyle birlikte birşeyler söylediği görülür ve bu arada ekranda çıkan arayazı sayesinde öylesine sözlerle şarkıyı söylemesini önerdiği anlaşılır. Şarkı söylemeye başladığı anda, dünya ilk defa Charlie Chaplin’in sesini duyar. Fakat ilk defa duydukları bu sese konsantre olmak yerine seyirci gülmekten yerlere yatar. Chaplin şarkıyı öyle bir söyler ki, Fransızca, İtalyanca ve İspanyolca kelimelerden oluşan ‘Nonsense Song’, herkesin aklını başından alır ve bu sahne, ‘Eski Hollywood’ dediğimiz sinematik çağın en sevilen, en ünlü sahnelerinden birine dönüşür.
Eski Hollywood çağı, 1960’lı yıllarla birlikte son buldu ve yerini ‘Yeni Hollywood’ çağı aldı. Bu çağ, stüdyoların gücünün azaldığı bir dönemdi. Çünkü gelişen teknoloji ile birlikte film yapmak daha kolay ve ucuz bir hale gelmişti. Böylece Hollywood’da bağımsız film yapım şirketi sayısı arttı. Rekabet artınca da, belli başlı yönetmenler tarafından tercih edilmek isteyen yapımcılar, onlara daha fazla özgürlük tanımaya başladı. Fakat bağımsız şirketlerin çoğalmasına rağmen, sadece beş büyük Amerikan film stüdyosu ayakta kalmayı başardı. Bu stüdyolardan biri de Columbia Stüdyoları idi; Martin Scorsese tarafından yönetilen ‘Taksi Şoförü’, değişik stili, göz alan renkleri ve insanın aklını başından alan hikâyesi ile Columbia’nın yeni Hollywood dönemine damga vuran filmlerinden biriydi. Peki, 1976 Altın Palmiye Ödülü sahibi bu film nasıl yeni Hollywood döneminin en önemli filmlerinden biri haline geldi?
Bu film, uykusuz gecelerini daha rahat geçirebilmek için taksi şoförlüğü yapan eski asker Travis Bickle’ın (Robert de Niro) taksiciliğe başladıktan sonra yaşadığı maceraları ve edindiği farklı yaşam felsefesini anlatıyor. Filmin doruk noktası, Travis’in silahlanıp birkaç hafta önce tanıştığı ve kötü bir adam tarafından fuhuşa zorlanan İris isimli 15 yaşındaki kız çocuğunu kurtarmak için, o fuhuş örgütü ile ilgisi olan herkesi öldürdüğü sahne... Bu sahnenin, zamanın seyircisinin gözündeki önemini anlamak için dönemin şartlarını açıklamak gerekir. Amerikan Sinema Filmleri Derneği (MPAA), filmlerdeki bazı konu ve görüntülerin sinemalarda gösterilmesini engelleme hakkına sahipti. Bu sansürün eski Hollywood ile birlikte son bulmasıyla, Taksi Şoförü gibi filmler, fuhuş, şiddet gibi konuları, daha görsel bir şekilde işleyebildi. Bu sahnede, İris’in bir adamla birlikte olmak üzere olduğunu öğrenen Travis, kızı kurtarmak için önüne gelene ateş ederek, İris’in bulunduğu odadaki adamı da öldürür ve kendisi de vurulur. Silah sesleri yüzünden olay yerine gelen polis, yerde ağlayan kızı ailesinin yanına gönderir. Bütün bu sahneler, zamanın Hollywood’unun daha özgürleşmesi sayesinde seyirci ile buluşur. 1959-60 yıllarında Alfred Hitchcock’a ‘Sapık’ filminin çekimi esnasında basit bir bıçaklanma sahnesi için takla üstüne takla attıran MPAA, eski Hollywood döneminde böyle bir filmin yapımına asla izin vermezdi.
Modern Hollywood’a geçiş
Kurgu teknolojisinin gelişmesi, 1980-90’lar ile birlikte gişe rekoru kıran ve seyirciyi mutlu etmeyi sanatsal kaygının önüne koyan filmlerin artışı ile Hollywood yeniden çağ değiştirdi; böylece kendimizi henüz kesin bir ismi olmayan ‘Modern Hollywood’ döneminde bulduk. Gittikçe politik ve sosyal olarak liberalleşen bir Hollywood’da, 1940’lı yıllardaki bir yapımcının aklının köşesinden geçmeyecek filmler yapılmaya başlandı. Bu dönemde, Coen Kardeşler, Wes Anderson ve Sofia Coppola gibi genç yönetmenler, artistik ve entelektüel yaklaşımlarıyla sahnede yerlerini aldılar. Bu yeni isimlerden biri ise 1992’de ‘Rezervuar Köpekleri’ ile birlikte endüstriye katılan Quentin Tarantino idi. Tarantino, cesur seçimleri ve seyircinin kendini içinde kaybettiği diyalogları ile herkesi etkiledi. Bu yönetmenin bir filmi, benim gibi birçok sinemasever için özellikle öne çıkıyor. Bu film, tahmininizin aksine, 1995 ‘En İyi Orijinal Senaryo Oscar’ının sahibi olan ‘Ucuz Roman’ değil, 2009 yapımı, İkinci Dünya Savaşı intikam destanı ‘Soysuzlar Çetesi’ ya da orijinal başlığı ile ‘Inglorius Basterds’…
Dönemin filmlerinden çok farklı olmasına rağmen 300 milyon dolara yakın bir gelir elde eden ‘Soysuzlar Çetesi’ ile birlikte dünya, Tarantino’nun artistik cesaretine bir defa daha tanık oldu. Sadece üçte birinin İngilizce olması, bir kitap gibi sonda birleşen değişik karakterlerler içeren farklı hikayelerden oluşması ve tarihin en korkunç savaşlarından birine özgün bir son yazması ile aklımıza kazınan bu film, ‘Modern Zamanlar’ ve ‘Taksi Şoförü’nün aksine, dönemin tamamen dışındaki teknikler ile kalbimizi fethetmeyi başardı. Bu teknikler, zaman zaman gerilimi ve gizemi öne çıkartıp, zaman zaman ise filme drama ve renk kattı. Filmin İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazi işgali altındaki Fransa’daki küçük bir çiftlik köyünde geçtiğini görürüz. Bir Nazi detektifi, askerlerle birlikte, Yahudi çocukların saklandığından şüphelendiği bir evi ziyaret eder. Christoph Walt’ın oynadığı detektif Albay Hans Landa, evsahibi M.Lapaditte’ten süt rica eder. Kötü karakterlerin süt içmesi Stanley Kubrick ve Coen Kardeşler gibi dehaların kullandığı ve kötü karakterin içindeki çocukluğu yansıtan bir sembol. Böylece, yaptıkları kötülükler daha da etkili oluyor. Albay Hans Landa, M.Lapaditte’i sorgularken, Lapaditte’in evinde sakladığı Yahudi çocukları, nefeslerini tutarken görürüz. Bu, Sir Alfred Hitchcock’un sık kullandığı bir gerilim ve beklenti yaratma tekniği; seyirciler bombayı görür, fakat ne zaman patlıyacağını bilmezler. Yirmi dakika boyunca, bu iki karakterin sakince konuşmasına karşılık, seyirci terler. Ve birden Albay Hans Landa, kan donduracak bir şekilde M. Lapaditte’e, çocukları saklayıp saklamadığını sorar. Usta oyuncu Denis Ménochet, Lapaditte’in yüzündeki korkuyu mükemmel bir şekilde yansıtır ve Albay askerlerini içeriye çağırır. Albay, sahne boyunca M. Lapaditte ile, çocukların onları anlamaması için İngilizce konuşurken, Fransızca konuşmaya başlar ve askerlere, M.Lapaditte’in kızları diye hitap eder. Böylece saklanan çocuklar panik olmazlar. Fakat bir anda, Landa, askerlerine ateş emri verir. Bu sırada çocuklardan biri kaçar. Kaçan kız çocuğunu, Tarantino, 1956 yılında John Ford tarafından yönetilen ‘Çöl Aslanı’ filminin kapanış sahnesindeki John Wayne gibi çerçevelerken, arkaya bu filmin birçok müziğini bestelemiş olan Ennio Morricone’nin 1965 yapımı ‘Tabancalı Serserinin İntikamı’ isimli film için bestelediği bir parça ile eşleştirerek efsane bir sahne yaratır.
Bu film, ‘Modern Zamanlar’ ve ‘Taksi Şoförü’ gibi çağını simgeleyen bir yapım değil, çünkü aslında içinde bulunduğumuz bu çağın henüz bir ismi ve belli bir stili yok. Bunun sebebi de, Tarantino gibi yönetmenlerin farklı filmler yapmaktan korkmaması ve imkânsız yapımlara imza atmaları. Onlar yüzünden veya onlar sayesinde çağımızı tanımlamak, şimdilik imkânsız. Tek bildiğimiz şu ki; kapitalizmin sesi ne kadar yüksek olursa olsun sinemayı öldüremiyor. ‘Soysuzlar Çetesi’ gibi filmler bunun en iyi örneklerinden biri.