Uzunca yıllar kendime ait bir odam olmasını bekledim. Sonra bunun fiziki bir oda olmasından vazgeçtim zira kendime ait odalarımın içinden yaşam paldır küldür akmaya başladı. Anladım ki, yaşamda bir an geliyor ve o andan sonra basketboldakine benzer bir alan savunması yapmak mecburiyetinde kalıyoruz.
“Ne hoş bir güzelliği vardır; hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin. Kimseye bir kötülüğü dokunmadan yaşayanların. Onurlu bir yaşamı seçenlerin.” Kendine Ait Bir Oda’da böyle diyor Virginia Woolf. İlk okumada sadelikle kurulmuş basit birkaç cümle gibi görünse de hatırı sayılır bir bilgeliği tarif ediyor. Pek azımızın ulaşabildiği ve ulaşanların da bunu beceremeyenler tarafından örselenip durduğu bir bilgelik bu. Yazının bundan sonrası için sizi biraz yakına gelmeye, dertleşme mesafesine davet ediyorum.
“Kuğulardan ders alalım. Zira bir kuğu gibi zarifçe süzülüp geçebilmek mümkün her şeyin içinden. Başkalarının alanlarına saygı duyarak, kendine ait bir oda içinde yaşarmışçasına kimselere kötülük yapmadan, ihtiyacı olana şefkatle dokunup sakince süzülüp akmak mümkün.”
Uzunca yıllar kendime ait bir odam olmasını bekledim. Sonra bunun fiziki bir oda olmasından vazgeçtim zira kendime ait odalarımın içinden yaşam paldır küldür akmaya başladı. Anladım ki, yaşamda bir an geliyor ve o andan sonra basketboldakine benzer bir alan savunması yapmak mecburiyetinde kalıyoruz. Zira kaynaklarımız çok sınırlı. Bana göre insanın bir diğer tanımı da ‘zaman x enerji’. Her ikisi de sınırlı olan bu iki çarpan bizim yaşamda üzerinde durduğumuz alanın yüzölçümünü, kendimize ait küçük odamızı tanımlıyor. Oysa zaman zaman boş olmasına çok ihtiyaç duyduğumuz odalarımız epey kalabalık.
Hayatımızdaki insanların bazıları talepkârdır. Çok zaman ve enerji isterler. Hep ilgilenilmek istemekten tutun da her konunun bir şekilde karar aşamasında önümüze gelmesi, her krizin yönetilmek için bizi beklemesi; altından kalkmakta zorlandıkları her konuda elimizdeki zamana ve azıcık enerjimize aldırmadan bizi çekiştirmeleri dengesi kaçmış ilişkilerde bir yerden sonra özel alana müdahaleye dönüşüyor. Vicdanla merhametimiz arasında sıkışıp kalbimiz patlasa da bunları karşılamak için koşturuyoruz. Çoğu zaman biz ‘dur’ demedikçe asla durmayan; bazen ‘dur’ desek de ‘ama ne oldu ki şimdi ne güzel yaşayıp gidiyorduk’ diyebilecek kadar rahat olan yakınlarımız buna sebep. İyi de sevdiğimiz insanlar bizi parsel parsel bölen, her bir parselimizde hak iddia eden alacaklıdan beter nefes tüketicileri olabilirler mi? Dr. Lindsey Gibson’a göre evet hem de fazlasıyla. ‘Olgunlaşmamış Ebeveynlerin Yetişkin Çocukları’ adlı kitabında bunun olabilirliğini de nasıl olduğunu da uzun uzun anlatıp önemli aydınlanmalar yaşanmasını sağlıyor. Ancak bu yazıda ondan bahsetmeyeceğim. İzninizle alan savunmasının başka bir yerine sıçramak istiyorum.
Bize gözü gibi bakması gereken, sağlığımızdan eğitimimize bize itina etmesi beklenen devletin har vurup harman savurduğu ‘kendimize ait odalarımızda’ dolaşmak istiyorum. Duruma göre ya anne ya da baba olarak tanımlanan devlet mekanizması hayatlarımızı kolaylaştırıp, kendimizce zenginleştirebileceğimiz alanlar açmak yerine, giderek boğazımızı sıkar oldu. Son günlerde içinde bulunduğumuz zamanın maddi, manevi tüm zorluklarına aldırmadan yüreğimizin bir köşesinde fırsat buldukça girip soluklanmaya çalıştığımız odalarımızdan yangınlarla, sellerle geçer oldu. Yapmakla yükümlü olup yapmadıkları ile bunları içimize taşıdı. Çoğumuz olduğumuz yerde rahat oturamadık. İçimize kül, duman, balçık dolarken bir şeyler yapmak için çırpınan ruhlara döndük. Ne var ki, her seferinde suçlanan çocuklara döndük. Olduğumuz yerde durdukça da, bir suçluluk peydah oluyor ister istemez insan olmaktan kaynaklanan. Ortak bir şeylere sevinemediğimiz gibi, ortak bir acıyı da paylaşamadığımızı gördük. Dilinde matem gibi derin bir sözcüğü barındıran, kimi şehirlerinde yas evleri bulunan bir ülkede, yeri geldi kendimize ait odalarımızda yas tuttuğumuz için ayıplandık. Devlet, olgunlaşmamış bir ebeveyn gibi hayatımızın tüm alanına bize parmak sallarken zaman ve enerjimizi çalma konusunda giderek daha da talepkâr oldu. Yangında telef olan canlılara, selde yok olan canlara, kaçırılan, katledilen kadınlara, çocuklara, ağaca, denize, sokak hayvanlarına acımadan, korumadan, yaşam haklarına saygı duymayan bir devlet anne veya baba olabilir mi? Çocukları yaşa başa ve hatta kariyerlerine bakmadan evden kaçar gibi başka ülkelere gitmek için çabalayan bir devlet iyi bir anne, baba olabilir mi? Hayır. Elbette hayır.
Madem durum bu, bir alan savunması yapmamız gerekiyor. Artık sadece kendimiz için de değil, onurlu bir yaşamı seçmek, dünyadan hafif adımlarla geçebilmek, elinin uzandığı her insana şefkatle yaklaşıp acıda veya sevinçte buluşabilmek için de buna ihtiyacımız var. Zira başka türlü bu dünyada ve birbirilerimizin hayatında bir süreliğine olma halimiz kaos ve gerilimle geçecek. Bunun için hepimiz çok yorgunuz. Madem devlet katında olgunlaşmamış ebeveynlerin yetişkin çocuklarıyız, o halde birbirimize alan açalım. Kendimizde tanımlı olan zaman ve enerjiyi idareli kullanıp, başka hayatlara bencilce taşmayalım. Gerekirse kuğulardan ders alalım. Zira bir kuğu gibi zarifçe süzülüp geçebilmek mümkün her şeyin içinden. Başkalarının alanlarına saygı duyarak, kendine ait bir oda içinde yaşarmışçasına kimselere kötülük yapmadan, ihtiyacı olana şefkatle dokunup sakince süzülüp akmak mümkün. Suyun altında kimselere göstermeden ancak hiç durmadan ayak çırparak bu hayatın içinden süzülüp giden tüm zarif kuğular, bu vatanı paylaştığım kardeşlerim, hepinizi selamlarım.