1973 yılının 11 Eylül’ü, Şili’nin başkenti Santiago bir darbeye sahne olur. Üç yıl önce demokratik yollardan seçilmiş sosyalist Devlet Başkanı Salvador Allende, General Augusto Pinochet tarafından askeri bir darbeyle devrilir. Ordu yönetime el koyar. Başkanlık Sarayı La Moneda bombalanır, yangına teslim olur.
Sarayın içerisinde mahsur kalan Başkan Allende radyodan yaptığı konuşmada demokratik rejimin tehlikede olduğunu beyan eder, halkı isyancılara karşı koymaya çağırır. Sessizlik, ilgisizlik umutlarını boşa çıkaracaktır. Günün sonunda Allende ölecektir, Şili demokrasisi de öyle…
***
Genellikle demokrasilerin bu şekilde öldüğünü düşünürüz: Silahlı adamların elinde… Soğuk Savaş döneminde, dört demokratik ülkeden üçünde darbeler yaşanmış, Arjantin’den Yunanistan’a, Pakistan’dan Türkiye’ye uzanan değişik coğrafyalarda, seçim yolu ile devleti yönetmek için iktidara gelen kadrolar, silahlı girişimler sonucu devrilmişlerdi.
Ancak demokrasileri dize getirmenin başka yolları da var. Göreceli olarak daha az dramatik, ancak yine çok etkili… Generallerin veya silahlı insanların eliyle değil de seçilmiş liderlerin zaman içinde yön ve yol değiştirmesiyle oluşan durumlardır bunlar.
Bolşeviklerin devrimlerini Almanya’ya ihraç etmelerinden korkanların, iktidarı Hitler’e teslim etmeleri sonrasında Reichstag yangınıyla parlamentonun devre dışı kalması, politikada, seçimin niyetin önüne geçemeyeceğini göstermesi açısından önemli. Böylesi süreçler yavaş işler ancak sonucu kusursuz olur. Demokrasinin çöküşü küçük ancak fark edilmeyen adımlarla gerçekleşir. Reichstag yangını sonrası çıkan yetki yasasını da unutmamak gerekir.
***
“Demokrasinin doyuramadığı, refah içinde yaşatamadığı insanlardan onu korumasını, kollamasını, kişisel özgürlüklere duyarlı olmasını beklemek çok da olası değil. Hayat pahalılığının her gün vatandaşın belini büktüğü, rüşvet ve yolsuzluğun alıp başını gittiği, durumun devlet kurumlarının temelini sarstığı ortamlarda, halktan bunu beklemek hayalcilik olur.”
Tespit Venezuela’nın eski devlet başkanlarından Rafael Caldera’ya ait. Ülkesinde iki dönem başkanlık yapan Caldera, askeri darbelerin ve sokak çatışmalarının sıkça görüldüğü Latin Amerika coğrafyasında, bir demokrasi vahası yaratılmasında öncü olmuş bir kişi. Hıristiyan Demokrat hareketin kurucusu ve fikir babası… Caracas’ta seçim sonuçlarını kabul ederek görevi devreden ilk siyasetçi…
Yukarıda alıntısını yaptığım parlamento konuşması ise Hugo Chaves’in Kasım 1992’de, ikinci başarısız darbesini yaptığı geceye ait. Sonrasında, o dönem senatör olarak görev yapan Caldera, yitirmeye başladığı siyasi kariyerini, halk arasında popüler olmaya başlayan Chavez’e yol açarak, devam ettirir. Dayanışma Caldera’ya ikinci başkanlık dönemini kazandırır. Chavez’e ise akil bir destekçi…
1993’teki seçimleri alır ve tekrardan başkan olur, Caldera. Seçim kampanyasında söz verdiği şekilde, Chavez hakkındaki tüm suçlamaları düşürür, darbeden dolayı tutulduğu hapisten çıkmasını sağlar. Burjuva elitin büyük bir bölümü gibi, Bolivar’ı kendisine örnek alan Chavez’in artan etkisinin bir sonraki seçime dek biteceğini düşünmektedir.
Petrol zengini ülkesi küresel konjonktürün etkisiyle düşen petrol fiyatlarından olumsuz etkilenir. IMF ile masaya oturur ve sıkı para politikalarını, bütçede önemli kesintileri devreye koymak zorunda kalır. Hükümet programında olmasına rağmen yolsuzluklarla ilgili etkili adımlar atamaz. Çok eleştiri alır. Protestolar sokağa taşar!
1998 seçimlerinde aday olmaz, siyasetten çekilir. En yüksek oyu alan, hapisten çekip aldığı eski isyancı, Hugo Chavez başkan seçilir. Caldera, ekonomik ve yapısal alanda gerekli adımları atmamakla, Chavez ve hatta Maduro’nun önünü açmakla suçlanacaktır.
2003 yılından itibaren Chavez’in otoriter bir yönetime doğru sapacağının işaretleri gelmeye başlar ancak bunların hayata geçmesi 2006’yı bulur. Petrol fiyatlarının yükselmeye başlamasıyla eli güçlenir. Daha önce kendisine karşı fikir beyan eden, deklarasyonlara imza verenler tutuklanmaya başlar, kimi de sürgüne gider… Ya da gönderilir. Gazeteler kontrol altına alınır, muhalif televizyonlar kapatılır. Hakimler, toplum kanaat önderleri, gazeteciler, akademisyenlerin kimi asılsız suçlamalarla tutuklanır. Devlet, onun emrinde çalışan bir mekanizmaya dönüşür.
2013 Martında kanserden ölümüne dek böyle bir süreç işleyecektir. Sonrasındaki Maduro dönemi de çok değişik olmaz. Chavez’den sonra seçimler yapılır yapılmasına da, bunun adil ve kamu vicdanını rahatlatıcı bir yönü olduğunu iddia etmek pek de mümkün değildir. Nitekim muhalif bir liderin tutuklanması, 2017 seçimleri sonrasında parlamentonun tek partili yapıya dönüşmesi gibi aşamalar sonrasında, ülkenin demokratik yapısından söz etmek artık mümkün olmayacaktır.
***
Harvard Üniversitesinden iki siyaset bilim profesörü, Steven Levitsky ile Daniel Ziblatt tarafından kaleme alınan, ‘Demokrasiler Nasıl Ölür?’ adıyla Türkçe de yayınlanan, ‘How Democracies Die’ başlıklı kitaptaki bir tespit şöyle diyor:
“Artık demokrasiler böyle ölüyor. Faşizm, komünizm veya yalnızca askeri bir darbe ile oluşan diktatörlüklerden bir süredir söz edilmiyor. Darbeler ve şiddet içeren yöntemler kullanılmıyor. Hemen hemen tüm ülkelerde olağan seçimler yapılıyor. Buna rağmen demokrasiler yine de ölüyor… Başka şekillerde…”
Gerçekten de, öyle süreçler yaşanıyor ki… Adımlar ilk önce yasalara uygun olarak atılıyor… En azından kimse ses çıkartmıyor. İlgi dahi çekmiyor. Hatta demokratik hakların iyileştirilmesinden dem vuruluyor… Örneğin yargı sisteminin daha etkin çalıştırılması, daha geniş siyasi serbestilerin devreye sokulması, ekonomik alanda liberal yöntemlerin benimsenmesi, iş hayatında kadın erkek eşitliğinin sağlanması gibi kuşku uyandırmayacak başlıklar üzerinden hareket ediliyor. Bu gibi konularda azami mutabakat ile yola çıkılıyor.
Aksayan şeyler ya da sapmalar eleştiriliyor. Basında, sokaklarda… Ancak basın dizginleniyor, sansürleniyor. Sokaklar barikatlarla donatılıyor. İnsanların kafası karışmaya başlıyor. Ancak olup biten yine de tam anlaşılamıyor. Halkın dikkati değişik yönlere çekiliyor. Toplum, bir şekilde, efsunlanıyor. Birçok kişi demokratik ortamda yaşadığını sanıyor.
Bir örnek vermek gerekirse, 2011 yılında, Chavez’in son dönemlerinde Venezuela’da yaşanan tam da buydu. O dönemde yapılan bir ankette halka yaşadıkları siyasi sistemi tarif etmeleri sorulur. “Hiç demokratik değil = 0” ile “Tam demokratik = 10” arasında puanlama yapmaları istenir. Katılanların yarısı durumlarını 8 olarak bildirir…
Ortada darbe yoktur. Dolayısıyla ölçülebilecek bir farklılıktan da söz etmek mümkün değildir. Sıkıyönetim de yoktur. Anayasanın askıya alınması, meclisin dağıtılması gibi zecri önlemlerden de söz edilmez. Rejimin çizgiyi aştığını ifade eden hiçbir emare yoktur. Böylece, iktidarın yaşamı taciz ettiğini düşünen veya ifade edenler, en azından abartılı bulunarak kolayca ayıklanabilir, tehlike anında çalması beklenen çanlar bir türlü çalmaz! Demokrasi usul usul erozyona uğrar. Durum fark edildiğinde artık çok geç olur.
Weimar Almanya’sında doğmuş ve ilk gençlik yıllarını İspanyol iç savaşında geçirmiş sosyolog Juan Linz’in 1978’de yayınlanan ‘The Breakdown of Democratic Regimes’ başlıklı dört ciltlik eseri, politikacıların bu süreçteki sorumluluklarını irdeler, demokrasiyi destekleyen ya da köstekleyen hareketlerinin altını çizer…
Bu kitaptan hareketle, Levitsky ve Ziblatt’ın çıkarttıkları maddeleri alıntılıyorum:
Bir politikacı, 1) sözleri ya da eylemleriyle oyunun demokratik kurallarını ret ederse; 2) muhaliflerinin meşruluğunu inkar ederse veya tartışmaya açarsa; 3) şiddeti mazur görür, onu desteklerse; 4) muhaliflerinin özgürlüklerini engellemek gibi bir niyeti olursa, demokratik erozyondan söz edilebilir .
Devamı? Gelecek Tarih Atölyesinde…