Yenilikçi ve aykırı sahnelemeleriyle, yaşayan en önemli yaratıcı tiyatro yönetmenlerinden Ivo Van Hove, 2002’den beri Hollanda’nın ünlü tiyatrosu Toneelgroep Amsterdam’ın genel sanat yönetmeni. Yönettiği tüm oyunların sahne ve ışık tasarımlarını 40 yıllık hayat arkadaşı Jan Versweyveld üstleniyor, oyunların kostüm tasarımını yapan An D’Huys da sacayağını tamamlıyor.
Üçlünün elinden çıkan olağanüstü Visconti uyarlaması ‘Les Damnés’, yazılışından 60 yıl sonra yeniden yarattıkları Arthur Miller’in ‘A View from the Bridge’, çok başarılı lirik opera sahnelemeleri ‘Boris Godunov’ ve ‘Don Giovanni’den daha önce söz etmiştim. Bu yazımda, ara ara yaptıkları işleri sizlere aktarmayı sürdürdüğüm ekibin bir başka Visconti uyarlaması ‘Obsession’dan bahsedeceğim.
Van Hove’nin sinema eserlerinin teatral karşılığını araştırma sürecinde Luchino Visconti’nin ‘Rocco ve Kardeşleri’ni Toneelgroep Amsterdam ile Ruhrtriënnale’de, ‘Ludwig II’sini Münchner Kammerspiele’de sahneye uyarladıktan sonra, Temmuz 2016’da Avignon Festivali için Papalık Sarayının Şeref Avlusunda Comédie Française’i benzersiz bir ‘Les Damnés’ uyarlamasında yöneten Van Hove, dördüncü kez Visconti’ye yönelerek, Toneelgroep Amsterdam’ın İngiliz Ulusal Tiyatrosu ortak yapımı olarak 2017’de Londra’da prömiyer yapan Obsession’u sahneler..
1906'da Milano'nun çok eski ve çok asil bir ailesinin son çocuğu olarak dünyaya gelen, dünya sinemasının ilk büyük ‘auteur’lerinden, sinemanın erişilmez ‘estet’i Luchino Visconti, 1942’de sinemaya gerçekçi yazar Giovanni Varga’dan bir uyarlamayla başlamak istese de, faşist sansüre takılmamak için Amerikalı yazar James Mc.Cain’in ‘Postacı Kapıyı İki Kere Çalar’ adlı çok satan cinayet romanına yönelir. Romanın daha sonra yapılan, metne çok daha sadık iki başarılı uyarlamasının aksine Visconti, A.Pietrangeli ve G.De Santis’le birlikte kaleme aldığı senaryoda kitaptan olabildiğince özgür bir şekilde esinlenir. Issız bir benzin istasyonunda kendisinden çok yaşlı kocasıyla yaşamakta olan Giovanna’nın, yanlarına işçi olarak aldıkları işsiz güçsüz Gino’ya aşık olarak, onunla birlikte kocasını fütursuzca öldürmesinin, zamanla araları bozulan iki sevgilinin işlemedikleri bir suçtan yakalanmalarının öyküsünü, Po deltasının kıraç ovalarına, Ferrara’nın kimi zaman bomboş, kimi zaman tıklım tıkış kalabalık meydanlarına, Ancona’daki San Ciriaco fuarına taşır. Zina, cinayet ve hele hele sefalet gibi konuların kesinlikle yasaklandığı Faşist İtalya’da başoyuncunun filmin ilk saati boyunca çıplak ayak parmaklarının görüldüğü yırtık ayakkabılarla gezinmesini filme çekmek sadece cesaret değil cüret de isteyen bir davranıştı. Geleneksel kökenine karşın ömrünün sonuna dek Marksist kalan Visconti, öykünün geri planına tamircileri, garsonları, seyyar satıcıları ve fahişeleriyle, savaş yorgunu orta sınıf ve proleter İtalya’nın sefalet içinde iç yüzünü oturtunca, tabii ki sansürün hışmına uğrar. Gösterimi yasaklanan, ancak savaş sonrasında vizyona giren ‘Ossessione’ (1943), yapım yılı göz önüne alındığında İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının ilk filmi ve de ilk başyapıtıdır.
Oyunlarında yeni ya da eski, gerçekçiliğin her türüne karşıt bir tiyatro anlayışı sürdüren Van Hove’yi asıl ilgilendiren anlatının toplumsal boyutu değil, Mc.Cain’in romanında da var olan ve Visconti’nin ustalıkla yansıtmış olduğu yıkıcı obsesyon / saplantı duygusudur.
Van Hove ve sahne tasarımcısı Jan Versweyveld, öyküyü gerçeklikten olabildiğince soyutlayarak Barbican Tiyatrosunun dev sahnesini, fonda bir camekânlı kapı, bir otomobil motoru ve bir su haznesi dışında hiçbir aksesuarı olmayan bomboş bir alana dönüştürürler. Van Hove, bu mekânda geçen iki ölümcül otomobil kazasını, çoğunlukla anlatısının bir öğesi hâline gelen video projeksiyonlarıyla aktaracağına, tavana asılı gerçek ve çalışan bir motor aracılığıyla yansıtır. Olaylarda akan kanları da, motordan sızan yanık makine yağları simgeler.
Tüm olayların ara verilmeden, bu soyut ancak soyutlaması her türlü mekânı çağrıştırabilen alanda anlatıldığı oyun, cinsel takıntıların ve dizginlenemeyen tutkuların trajik yansıması olarak sahnelenir. Visconti 80 yıl önce ikilinin saplantısını, döneminin cinselliğe muhafazakâr bakışı yüzünden tüm şiddetiyle sahnelemek yerine hissettirmeyi yeğlerken Van Hove, Gino ile Hanna’yı tamamen çıplak göstermese de, birbirini soymanın ve giydirmenin, birbirini yıkamanın erotik bir ritüele dönüştüğü stilize ilişkiyi hiç çekinmeden, açıkça ve en mahrem detaylarına kadar gösterir.
Yönetmenin gerçekliğe sırtını dönmesi, zamanı yoğun ölçüde sıkıştırmaya ve kimi zaman olayları iç içe geçirmeye olanak sağladığı gibi, karakterlerin doğallıkla konuşmadan şarkı söylemeye geçmesi ya da çarpıcı bir olaya müzik kutusundan gelen şarkının eşlik etmesi gibi beklenmedik ama etkileyici durumlara da yol açar. Tabii ki son derece zekice kullanılan ve oyuncuların büyük başarıyla söylediği bu şarkılar, metni başarıyla tamamlayan, onunla organik bağı olan öğelerdir. Oyunda adı Hanna’ya dönüşmüş olan kadını canlandıran Halina Reijn iki Fransızca şarkı söyler. Birincisi başlardaki ruh hâlini inceden inceye açığa çıkarır; oyunun sonuna doğru, Gino’yu ikna etmek için 1960 San Remo galibi Romantica’nın Fransızca versiyonunu söyler. Visconti, Gino Hanna’dan ilk uzaklaştığında karşısına çıkan, özgür yaşamın ve dostluğun temsilcisi Johnny’nin Gino’ya eşcinsel yönelimini sadece satır aralarında belirtir. Van Hove de, Visconti’nin mahrem yaklaşımına sadık kalır ama, bir adım ileriye giderek Johnny’nın Gino uyurken onu okşamaya yeltenmesine izin verir. Uyanan Gino sert tepki göstermek üzereyken, Johnny’ye ustalıklı bir yorum getiren Robert de Hoog, beklenmedik bir duyarlılık ve sevecenlikle Carmen’in ünlü Habanera’sına girer. Hanna’nın kocası Joseph’i, filmdeki şişko soytarı olarak değil, Gino’yu gerçekten dost bilen, tehditkâr bir kadın düşmanın olarak canlandıran Gijs Scholten van Aschat, opera yarışması sahnesinde ‘La Traviata’nın ikinci perde aryası ‘Di Provenza il mar’ı profesyonel bir baritona taş çıkartacak yetkinlikle yorumlar. Bu vesileyle Eric Sleichim’in devamlı sahnede yankılanan ses düzeniyle bestelerinin, görselliği müthiş başarıyla tamamladığını da belirmek gerekir.
Çok başarılı takım oyunculuğunun yıldızı tabii ki, 1972 sonlarında doğan, çekiciliği, düzgün ve kaslı vücudu ile oyunun sahnelendiği yıl, ancak otuzlu yaşlarının ortasında gösteren ve Gino’ya müthiş dokunaklı bir yorum getiren Jude Law’dır. Hayvani bir çekimden çok, hem kadının hem kendi içindeki boşluğu doldurmak için yaşamına ve bedenine girdiği Hanna’nın kocasının ölümünün de bu boşluğu dolduramadığının getirdiği düş kırıklığını ustalıkla yansıtır. Halina Reijn, Hanna olarak Law’dan bile daha etkileyicidir. Acı dolu bir yalnızlıkla dolu yaşamının boşluğunu karizmatik yabancıyla doldurmaya çalışan zavallı bir kadından, yaşamını vicdansızca bir rahatlıkla düzene sokmaya çalışan pratik bir kişiliğe geçişi neredeyse bir Lady Macbeth acımasızlığıyla gerçekleştirir.
Gerçekten de güçlü ve kendinden emin bir Gino ve istemediği bir yaşamı çaresizce sürdüren zavallı Hanna’nın giderek, güçlenen, en beklenmedik kararları yetkinlikle alabilen Hanna’ya ve hem aşkını hem ruhunu yitirmekte olan bir Gino’ya dönüştüğü bu Ivo Van Hove yorumu, dolaylı da olsa Lord ve Lady Macbeth’in arasındaki güç ilişkisini anımsatır.
Ancak, Shakespeare’in Lady Macbeth’i oyunun sonunda vicdan azabından çıldırarak ölürken, Van Hove’nin giderek güçlenen Hanna’sı, ölümcül finale bile gücünün doruğunda ulaşır.
Bu Ivo Van Hove sahnelemesi, tüm zamanların en önemli sinemacılarından birinin benzersiz ilk başyapıtına hem tematik hem görsel olarak farklı, ancak ustanın yadsıyamayacağı özgünlükte bir teatral yorum getiriyor. Mutlaka izlenmeli derim.
İnternet ortamında bulunabiliyor.
Hepinize sağlıklı ve bol tiyatrolu günler dilerim.