Erdem Beliğ Zaman
Bir gün olmuyor ki kötü bir habere uyanmayalım… Yangınlar, salgınlar, cinayetler, rezaletler, çözülemeyen düğümler ve ölümler peş peşe; hatta akın halinde üzerimize üzerimize geliyorlar. Dün gene böyle bir haber aldık. Ona ihtiyacımız varken Ferhan Şensoy da bizi henüz velut bir çağında terk edip gitti. Gönüllerde hoşluk, yerinde büyük bir boşluk bırakarak…
Artık dün, bugün bir ihtimal yarın uzun uzun Ferhan Şensoy’un hayatı yazılacak; büyük bir kayıp olduğu söylenecek ve yokluğu anlatılacak… Bu sebeple yazımda Ferhan Şensoy’un hayatından ve kronolojik olarak yaptıklarından bahsedip tekrara girmeyeceğim. Yazımda Ferhan Bey’i pek üstünde durulmamış taraflarıyla; sanatkârlığından da öte yazarlığı ve Türk Tiyatrosu için çok mühim olan şahsiyetiyle ele almaya çalışacağım. Nitekim Ferhan Şensoy oyuncu, rejisör, komedyen, kabareci ve müzisyen unvanlarıyla hizmet ettiği Türk Tiyatrosuna daha çok yazarlığı ve hatırasına, birikimine gönüllü muhafız oluşuyla katkıda bulunmuştu. Vefatıyla tiyatromuz hem hafızasını hem de tarzını, tavrını koruyan muhafızını kaybetmiştir
Galatasaray Lisesi, Ferhan Şensoy’un hayatında bir dönüm noktasıydı. Mezun olmasa dahi Galatasaray Liseli olmanın avantajlarını sonuna kadar yaşamıştı: Kendisini mektep temsilinde seyreden Necdet Mahfi Ayral, onu kabiliyetli bir genç diyerek Muhsin Ertuğrul’a tavsiye etmişti. Gene bir sene sonu müsameresinde tanıştığı Haldun Taner bir yazar ve oyuncu olarak Ferhan Şensoy’un yolunu çizmiş; onun bir kabareci olduğunu belirtmişti! Seneler sonra yine Galatasaraylı arkadaşları vasıtasıyla Ses Tiyatrosu’nun yüzde on küsurluk hissesini Süreyya Paşa ailesinden alarak mekâna resmen ortak olmuş, bu sayede Ses Tiyatrosu’nu AVM yahut ticarethane olmaktan korumuş, ayrıca tiyatrosunun bu tarihî binadaki kalıcılığını sağlamıştı…
Ferhan Şensoy’un vefatı Türk Tiyatrosunu da yetim bıraktı çünkü O, Türk Tiyatrosunun hem tavrını, hem tarzını hem de hafızasını koruyan son fedaiydi. Türk Tiyatrosunun büyük isimlerini seyretmiş ve onların sahne tavrını görmüştü, gene Haldun Taner gibi bir ustanın talebeliğinde bulunmuş sayesinde Türk Tiyatrosunun tarzına vakıf olmuştu, kazandığı tüm maddî birikimi Türk Tiyatrosunun en mühim mekânlarından biri olan tarihî Ses Tiyatrosunu almaya, yaşatmaya harcamış ve bu binanın muhafızlığını yaparak onu orijinal haliyle günümüze değin taşımayı başarmıştı. Böylece belediye tarafından korunan Süreyya Operası’yla beraber Ses Tiyatrosu; Türk Tiyatrosunun dününden bugüne gelmiş iki binasından biri olmuştu. Beyoğlu’nda bir liseli olarak geçirdiği gençliğinin en güzel zamanları aynı zamanda tiyatromuzun da en güzel zamanlarıydı… İstiklal Caddesindeki ışıltılı tabelaların onlarcası tiyatro tabelalarıydı… Caddeye adım atar atmaz sizi karşılamaya başlayan Alkazar’daki, Atlas’taki, Halep Pasajı’ndaki, Elhamra’daki ve Sular idaresinin karşısındaki tiyatrolar; Muammer Karacalar, Toto Karacalar, Celal, Ali, Alev ve Gülriz Sururiler, Muzaffer Hepgülerler, Haldun Dormenler, Metin ve Nisa Serezliler, Ayfer Feraylar, Ulvi Urazlar ve geceyi çın çın öttüren kahkahalar tiyatromuzun altın çağının akisleriydiler… Bu tiyatrolar ve ustalar arasında geçen günler, Galatasaray Lisesinin edebiyata meraklı sıradan bir talebesi olan Ferhan Şensoy’u da büyük tiyatrocu Ferhan Şensoy yapan tecrübeler olur. Tiyatroculuk ateşi bir kere yüreğine düşmüştü. Çarşamba Lisesi’ni bitirir bitirmez soluğu ilk önünü açan, ustam dediği Haldun Taner’in yanında, Devekuşu Kabare’de alır. Bir kabare piyesiyle, “Haneler” ile Türk Tiyatrosuna ilk sağlam adımını atmış olur. Haldun Taner’in ve Umur Bugay’ın ilave skeçleriyle temsil edilen bu piyesten sonra yurtiçinde ve yurtdışında muhtelif tiyatrolarda, iyi tiyatrocularla çalışıp bilgisini ve tecrübesini arttırma imkânı bulur. Jerome Savary, Monique Mercure gibi isimlerle çalıştığı yurtdışında, “Ce Fou De Gogol” isimli piyesiyle bir de armağan kazanır. Yurtiçinde ise, Cumhuriyet’in ilk devirlerinde tek kişilik Hamlet oynamasıyla nam salan Ertuğrul Sadi Tek’in oğlu Şahin Tek, Ali Poyrazoğlu, İsmet Küntay, Nisa Serezli, Mete İnselel, Ayfer Feray gibi ustalarla çalışır ve Türk Tiyatrosu tarzını ve tavrını birçok farklı sanatkârdan görerek öğrenir. Bu tarafıyla tıpkı kendisine örnek aldığı ustası Haldun Taner gibi hem Batı’daki hem de kendi ülkesindeki tiyatroyu görmüş ve öğrenmiş bir tiyatrocu olarak öne çıkar. Cesaret edip oyunculuğa da el atmasıyla Haldun Bey’den de ayrılıp bambaşka bir sahaya daha yelken açmış olur. O artık gerek kendi tiyatromuzu, gerek Batı tiyatrosunu iyi bilen bir yazar, aynı zamanda oyuncudur!
Birçok meslektaşı tarafından oyunculuğu tenkit edilen Ferhan Şensoy, içinde hep bir oyunculuk aşkı olsa da tiyatromuza yazar olarak başlamış ve şöhret sahibi olmuştu. Yazarlığının yanında iaşesini temin edebilmek adına sinemada figüranlık yapmaya ve tiyatroda yan rollerde oynamaya başlayan Şensoy, yazdığı televizyon dizilerinin ve piyeslerin istediği gibi icra edilmemesinin rahatsızlığını duyar. O günlerde TRT’ye yerli dizi üreten diğer bir büyük aktrisimiz Seden Kızıltunç bir görüşmemizde Ferhan Şensoy’un oyuncu olarak öne çıkma hikâyesini şöyle nakletmişti: “Bir gün Ankara’da bir toplantıya gittik. Asansöre bindik. Ferhan, yazdığı Sizin Dershane dizisini Tuncay Özinel’in istediği gibi oynamamasından şikayetçiydi. Birden, bundan sonra ben yazıp ben oynayacağım, dedi! Ben de, iyi edersin, senin gibi kabiliyetlisi mi var, dedim. Sahi mi, dedi, şaşırdı. Gayet ciddiyim, dedim. Mutlu oldu…” Seden Kızıltunç’un bu cesaretlendirmesinin peşinden Ayfer Feray’a yazdığı “Hayrola Karyola” isimli piyeste kendi için de iyi bir rol yazar ve tiyatroda figüranlıktan terfi eder. “Şahları da Vururlar” piyesiyle kendi heyeti olan “Ortaoyuncuları” kuran Ferhan Şensoy artık bu heyetin hem başrol oyuncusu, hem yazarı, hem rejisörü, hem dekorcusu hem de zaman zaman müzikçisi olur. Saz ve gitar çalabilmesiyle çap kazandırdığı oyunculuk mevzuunda ise mütevazılığını kumpanyasına kurduğu isimle gösterir: Orta-oyuncular! Bu isimle hem tiyatro geleneğimizden beslenen bir kumpanya kurduğunu hem de iyi değil de orta seviyede bir oyuncu olduğunun altını çizer. Onun bu mütevazılığına rağmen halk, hakkını verir ve O’nu hem yazar hem de oyuncu olarak baş tacı eder…
Ferhan Şensoy, Türk Tiyatrosunun en iyi on yazarı listesi yapılsa bu listede onuncu sırada yer almayacak kadar iyi bir yazardı. Nitekim Haldun Taner, Sâdık Şendil, Oktay Arayıcı, Vasıf Öngören, Cevat Fehmi Başkurt, Musahipzade Celal, Orhan Asena gibi yazarların arasında ismi başta zikredilmesi gereken bir piyes yazarımızdı. Türkçesinin düzgünlüğü, iyiliği, doğruluğu tartışılır bir mevzu ise de dilinin tartışılmayacak bir hususiyeti vardı; o da sahneye münasip düşmesi ve akıcılığıydı. Reaksiyon almaya müsaitti. Kendinden önceki o büyük komiklerin: İsmail Dümbüllü’nün, Muammer Karaca’nın, Vasfi Rıza Zobu’nun, İstanbul Tiyatrosu sanatkârlarının (Vedat Karaokçu, Toto Karaca, Muzaffer Hepgüler, Celal-Ali-Alev Sururi) ve hatta tiyatro otoritelerince avam tasnifine sokulup küçümsenen Nejat Uygur’un bile utana sıkıla kullandığı argoyu, içten gelen bir rahatlıkla sahnesine taşıdı ve bu tabiiliğiyle seyircilerinden tam not aldı. Çok ciddi ve ağır bir mevzuu dahi yaptığı küfürle savuşturup hafifletmesi aslında halkın da ciddi meseleler karşısında verdiği tepkiydi. Bu dâhiyâne tespiti; oyunlarında İran Devrimi, kapitalizmin halka inmesi, Birinci Cihan Harbi’ndeki Almanya, Ergenekon kumpası gibi ağır ve siyasî mevzuları işlese de seyircinin oyunlarına çokça rağbet ettiği bir “halk komiği” haline gelmesinin önünü açtı. Bu hususiyeti, isminin Muammer Karaca, İstanbul Tiyatrosu sanatkârları, Kenan Büke, Aziz Basmacı, Tevhid Bilge, Vahi Öz, Orhan Erçin gibi eskinin yıldız halk komiklerinden sonra gelen Nejat Uygur, Gazanfer Özcan, Levent Kırca, Metin Akpınar-Zeki Alasya gibi ikinci nesil yıldız halk komikleri arasına girmesine sebebiyet verdi. Ferhan Şensoy, bu komikler arasında yeni neslin yıldız komikleri olan Cem Yılmaz, Ata Demirer, Tolga Çevik gibi isimlerin en çok tesirinde kaldıkları ve örnek aldıkları isim oldu. Bu öncü şöhretini ustalarından ve çağdaşı diğer komiklerden gördüğü tarzı daha entelektüel, yeni; fakat bir o kadar da kadim, yerli bir tavra ve tarza oturtmasıyla kazandı. Bilhassa “Ferhangi Şeyler” oyunuyla mizahının hudutlarını tâ Meddahlardan yaşadığı güne kadarki muvaffak komiklerin tavrını ve tarzını özümseyerek geliştirdi. Mizahının hudutlarını genişletse de, dünya mizahını, bilhassa Fransız mizahını iyi bilse de kendi mizahımıza asla Fransız kalmadı. Anlattıklarında, anlatımında bizim mizahî lezzetimiz duyuldu. Gösterisinde şarkılara yer vermesi ve bu şarkıları bizzat kendi çaldığı enstrümanlarla icra etmesiyle Celal Şahin, Bal Arısı Ahmet-Özdemir, Ateş Böcekleri gibi komiklerin; başlama çalmasıyla Şemsi Yastıman’ın; fıkraları ve esprileri kendi başından geçmiş gibi hikâye edebilmesiyle Orhan Boran’ın; umumi ahvali ve devrin siyâsî hayatını şiirle hicvetmesiyle Neyzen Tevfik’in ve Can Yücel’in komedi tarzlarını kendi şahsiyetinde tamamen orijinal bir hüviyete büründürdü. Bu da Ferhangi Şeyler’in Türk Tiyatro tarihinin aralıksız en uzun süre sahnelenen oyunu yaptı (Belki temsil sayısı Muammer Karaca’nın Cibali Karakolu’ndan azdır fakat Ferhan Şensoy’un tiyatro yaptığı devirle, Muammer Karaca’nın tiyatro yaptığı devir farklıdır. Muammer Bey’in tiyatro yaptığı devirde bir gün hariç her gün perde açılırken ve hatta bazı günler matine-suare oynanırken Ferhan Bey’in tiyatro yaptığı devir tiyatronun; önce televizyonla sonra da internetle güreşini kaybetti devirdir. Haftada bir oyun oynayana aman ne iş yapıyor dediği devirdir.)
Piyeslerinin üzerinde tafsilatıyla duranlar bu piyeslerin arkasında yoğun bir okumanın, çalışmanın durduğunu bilirler. İstanbul folkloru üzerine kıymetli yazıları olan mizah yazarımız Osman Cemal Kaygılı’nın “İstanbul’da Semai Kahveleri ve Meydan Şairleri” isimli kitabını okurken meşhur şairlerden Eyüplü Tayyar, Karagümrüklü İbrahim isimlere rastlamıştım. Bu isimleri daha önce Ferhan Şensoy’un “İstanbul’u Satıyorum” piyesinde atışan şairler olarak duymuştum. Demek ki Ferhan Bey bu piyesi yazarken İstanbul hakkında derin bir araştırma yapmıştı. Yine Şahları da Vururlar, Köhne Bizans Operası gibi piyeslerinde farklı lisanların dil bilgisi kuralları çerçevesinde değiştirdiği Türkçeden istifade etmişti. Bunu başarmak epey zahmetli ve zor bir iş; halka kabul ettirmekse başlı başına bir külfetti… Ferhan Şensoy bunu başarmış bir edebiyatçı ve oyuncuydu… Bu başarısının ardında, sinemada Woody Allen’ın yaptığı gibi kendi yazdığı projeleri kendinin yönetip kendinin oynamasının payı büyüktü muhakkak çünkü O da biliyordu ki kendi anlayışında ve çapında tiyatrocularımız bir elin parmağını geçmezdi…
Her ne kadar çoklarının Türk Tiyatrosu geleneğinin son temsilcilerinden biri olarak, “Meddah”, “Kavuklu” gibi unvanlarla ansa da Ferhan Şensoy; aslında ne Meddahtı, ne de Kavuklu… Zaten Türk Tiyatrosu başlı başına bir bütünken ve bu tiyatroyu gelenek, güncel, modern şeklinde tasnif etmek hatayken; hayatı boyunca Ortaoyunu oynamamış, Meddahlık yapmamış Ferhan Şensoy’a; “Kavuklu” yahut “Meddah” diye seslenmek ayrı bir vahamettir! Elbette Türk Tiyatrosunun tavrından ve tarzından beslenen, hatta bunları piyeslerine uygulayan Ferhan Şensoy, Türk Tiyatrosunda daima hatırlanacak büyük işlere imza atmıştır fakat Ferhan Şensoy’a isminin önüne gelecek “Kavuklu”, “Meddah” gibi sıfatlar hiçbir şey katmayacağı gibi bu sıfatların yokluğu da Ferhan Şensoy’dan hiçbir şey azaltmaz. “Sahibinden Satılık İkinci El Ortaoyunu”, “Şahları da Vururlar”, “İstanbul’u Satıyorum” gibi piyesler Ortaoyunundan; “Ferhangi Şeyler” piyesi de Meddahlıktan izler elbette taşımaktadır fakat bu izler bu oyunları ne tamamen Ortaoyunu temsiline dönüştürür ne de Meddahlığa… Ferhan Şensoy, Türk Tiyatrosunun toprağında filizlenip sağlam kökler salan bir tiyatro inkılâpçısıydı, eskiyi aynıyla alıp kopyalayan bir düzen oyuncusu değil. Tiyatrosunda gelenekten, ve kadim kültürümüzden izler olduğu kadar Batı tiyatrosunun türlerinden, kabare tiyatrosundan, absürt tiyatrodan ve Brecht’in epik tiyatrosundan da izler mevcuttu. Kendi tiyatro anlayışını taşıyacak ve sürdürecek birçok talebe de yetiştirmiş olan Ferhan Şensoy’un tiyatrosunu, eğer O’nun yazdığı piyesleri lâyıkıyla sahneleyebilirse Ortaoyuncular heyeti sürdürecektir. Hatta verdiği onlarca orijinal piyesle bizim için Bertolt Brecht’ten pek de bir farkı olmayan Ferhan Şensoy’un tiyatro anlayışını Ortaoyuncular heyeti iyi bir şekilde icra ederse, Berlin Ensemble heyeti gibi kökleşecektir.
Evet, Ferhan Şensoy artık bir oyuncu olarak aramızda yoktur belki ama yazar kimliğiyle, tiyatro inkılâpçısı tarafıyla daima yaşayacaktır. Bizim yapacağımız onun tiyatro anlayışında piyesler vücuda getirerek, onun tavrında oyunlar sahneye koyarak; gene aynı çıkış noktasından hareketle farklı oyunlar üretmek suretiyle Türk Tiyatrosunu düştüğü kısır döngüden kurtarmaktır. Ayrıca bıraktığı Ses Tiyatrosu binasına olduğu gibi sahip çıkmak devletin ve biz seyircilerin vazifesidir. Ses Tiyatrosu, Emek ve İnci Sinemaları, Elhamra Tiyatrosu gibi olursa yalnız Ferhan Şensoy’a değil, tiyatromuza ve şehir tarihimize de ağlayacağımızdan hiç şüphemiz olmasın!
Vefatını “şu tam tarih mısraı”yla (bilmeyenler için izahı şudur ki aşağıdaki beytin ikinci mısraı Ebced hesabıyla Ferhan Şensoy’un vefat tarihini vermektedir) naçizane kaydediyorum:
“Bizi güldürdü, düşündürdü; semâlar O’na doy!
Dert yakıp uçtu gülünç sonsuza Ferhan Şensoy…”