Derrida, 1989’da Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra ve Marksizm’in duvarın yıkıntıları altında kaldığını sokaktaki adamın bile dile getirdiği bir sırada, ‘Marx’ın Hayaletleri’ ile Marksizm hakkında söz aldı. Liberalizmin ve şu anda var olduğu haliyle demokratik yönetimlerin zafer çığlığına ve eski bir Hegelci tema olan ‘tarihin sonunu’ ilan eden Fukuyama’ya çözümleyici bir değerlendirmeyle yanıt verdi. Marx’ın mirasının dinsel Mesihçilikten ayrı bir metinsel izlek çerçevesinde yeniden okunarak sahiplenilmesi gerektiğini savundu. Aykırı bir zamanda aldığı bu tavırla belli bir ‘Marksizm ruhuna’ sadık kaldığını ilan etti. Derrida’nın ‘tarihin sonuna’ yönelik yapısökümcü Fukuyama analizleri üzerinde durmak bilimin işidir. (Derrida, 2001:giriş)
Derrida ‘tarihin sonunda’ Francis Fukuyama’nın ‘The End of History and the Last Man / Tarihin Sonu ve Son İnsan’ (1992) isimli tezine yanıt veriyor. Tartışma yaratan kitabında Faukuyama, tarihin sona erdiğini, çünkü türlü halkların tanınma mücadelesinin, insanların yaşamlarını gönüllü olarak tümüyle soyut bir amaç uğruna tehlikeye atmak istemelerinin; cesaretin, atılganlığın, hayal dünyasının harekete geçirilmesinin ve idealizmin ortaya çıkmasına neden olan dünya çapındaki ideolojik mücadelenin yerine ekonomik hesaplar, sürekli olarak yenisinin baş gösterdiği teknik sorunların bitmeyen çözümleri, çevre sorunlarına gösterilen ilgiler ve daha çok tüketme arzusunun tatmin edilmesi gibi olaylar ve gelişmeler olacak (Fukuyama, 2003:49). Duyurulan bu ‘sevindirici haber’, ideolojik çatışmanın artık geçmişte kaldığı, ‘liberal demokrasi idealinden daha iyisinin bulunamayacağı’ noktasına gelindiğidir.
1980’ler Avrupa’sında Komünizmin çöküşünün ardından Fukuyama’nın cesur çıkarımlarının sürüyle takipçisi olmakla birlikte, çok geçmeden durumun onun sandığı kadar basit olmadığını savunan, sayıları giderek artan bir muhalefet oluşmaya başlamıştı. Bunlardan biride Derrida’ydı (Sim, 2000:6).
Avrupa’da komünizm çözüldü. Peki ama, bundan liberal demokrasinin ve dolayısıyla tarihin sonunumu anlamalıyız? Aktay’a göre “Fukuyama’nın ilan ettiği tarihin sonundaki iyimser havaya hiç benzemeyen bir tükeniştir bu. Burada tarih, Hegelci bir fikre ulaşılabileceği mantıksal ve olgusal sınırlarına varıp dayandığı, yani insanlara akıl ölçüsünde sunulabilecek bütün ‘iyi’ ve ‘makul’ şeylerin sunulmuş olması dolayısıyla sona ermiş olmuyor” (Aktay, 2003:177). Sim’e göre ‘tarihin sonu’ ifadesini, fiilen müstakbel yeni göç odaklarının mevcut siyasal muhalefeti tahakküm altına almaları şeklinde okumak gerekir (Sim, 2000:7).
Derrida’ya göre tarihin sonu bizi “belirli bir tarihin sonunu düşünmeye zorlamakta (Derrida, 2001:36) çünkü, Batıda hepimizin aşina olduğu bir anlayış: Birbiriyle rekabet halinde olan dünya sistemlerinin (liberal demokrasi ile komünizm) ideolojik çatışma alanı olarak tarih ve bu mücadelede, tarafların insanlığı maddi ihtiyaçlar ve sosyolojik tahakküm şeklinde yansıyan çifte kötülükten kendilerinin kurtarabileceğine inandırmaya çalışmaları. Bu açıdan bakıldığında hem liberal demokrasi hem de Marksizm, ‘aydınlanma projesi’ diye anılan bir sürecin mirasçılarıdır. Aydınlanma projesi, 18. yüzyıldan itibaren Batı dünyasında insani ilişkilerde aklı merkeze koymaya çalışan bir kültürel hareket olarak gelişmiş ve insanoğlunun yaşam kalitesini arttırmayı amaçlamıştır.
Bu tarih tasarımı, komünizmin çöküşünün ardından gerçekten de ‘bitmiştir’. Fakat Derrida’nın vurguladığı gibi (Derrida, 20001:36), tarihin kendisi sona ermediği gibi, ‘başka’ tarih kavramlarının ortaya çıkması da mümkündür. Tarihin hayaletlerini kolayca söküp atamayız. Bu hayaletler, bizi onlarla birlikte yaşayabilmenin yollarını bulana kadar bizlerin peşini bırakmayacaktır. Bunun çarpıcı örneği Marx ‘hayaleti’dir. (Komünizmin daha başından beri olageldiği hayalet) (Sim, 2000:45)
Derrida, ‘Marx’ın Hayaletleri’nde, Fukuyama’nın kitabını usulca tahrip etmeye başlar ve onu bazı yanlışlarından dolayı suçlar: Fukuyama, felsefi nahiflikten (kendi davası için yüklü dozda evangelizme bile başvuran biridir) kadar bir dizi hata yapmıştır. Derrida’nın yönelttiği en büyük eleştiri, Fukuyama’nın liberal demokraside ideal ile gerçek arasındaki ayrımı geçiştirdiğidir. Fukuyama tezini kendi tasarımladığı tarih çizgisi aşınıma uğradığında ‘ülkü’ diyor diğer durumda mutlak ‘gerçeklik’ olarak görüyor (Derrida, 2001:104). Olaya ilişkin düşünceyi yeniden işleyemediği için, Fukuyama uzlaşmaz iki söylem arasında gidip gelmektedir. Elle tutulur biçimde gerçekleşeceğine (‘önemli hakikat’ budur) insansa bile, Fukuyama bu demokrat-liberal ‘ülkünün ülküselliğini’, ne Amerika Birleşik Devletleri’nin ne de Avrupa Topluluğunun evrensel devlet ya da liberal demokrasinin yetkinliğine ulaşamadığını, hatta deyim yerindeyse uzağından bile geçemediğini kitlesel biçimde gösteren tüm tanılıkların karşısına çıkarmaktan rahatsızlık duymaz (Derrida, 2001:105). Derrida Fukuyama’nın düştüğü paradoksa yapısökümcü bir mim koyar ve liberal demokrasinin gerçekliğinin kendi savunduğu ideallerin karikatürü olmaktan ileriye gidemediğini vurgular.
Derrida, Fukuyama’yı çağdaş küresel siyasal durumu ciddi biçimde yanlış okuyup yorumlamakla suçlar. Çünkü Derrida’ya göre insanlık ve dünya tarihinin hiçbir döneminde şiddet, eşitsizlik, dışlanma, açlık, dolaysıyla ekonomik baskı bu kadar çok insanı avucuna almamıştı. Tarih son buldu rehaveti içinde, kapitalist pazar ve liberal demokrasi ülküsünün gerçekleştiğine ilişkin şarkılar söylemek yerine, ‘ideolojinin sonu’ ve halkların kazanımıyla ilgili büyük söylemlerin son bulmasını kutlamak yerine sayılamayacak kadar çok tek tek acılardan oluşan, geniş ölçekli bu apaçıklığı görmezden gelmemek gerekir (Derrida, 2001:135). Derrida’ya göre tüm bunlar Fukuyama’nın yüksek ahlak gibi tüm iddialarını çürütmektedir. Derrida, hemen ardından solculardan oluşturacağı ve Marx’ı büyük eserler vermeye yönelten o yolda adaletsizliğe karşı mücadeleye devam edecek olan bir ‘Yeni Enternasyonal’ kurulması çağrısını yapmıştır (Derrida, 2001:135). Derrida’nın aradığı şey, Marx’a ve onun kaygılarına bağlanan bir yakınlık, ıstırap ve ümit zinciridir.
Şunu da özellikle belirtmekte yarar var: Derrida, solda zaferciliğe bir zemin oluşturmaya çalışıyor değildir. Derrida bu konuda ‘Marx’ın Hayaletlerine’ yönelik gelen eleştirileri cevapladığı ‘Marx ve Mahdumları’ adlı kitabında tezini şu şekilde desteklemektedir: ‘Marx’ın Hayaletleri’nin tezi (ya da varsayımı) kendini sunarak üç izleği açık bir biçimde birbiri üstüne örer. Ancak bu sunuş bir manifesto değildir. ‘Marx’ın Hayaletleri’nin komünist parti manifestosu örneğinde çözümlediği gibi, siyasal manifesto geleneğinde kalan hiçbir manifestonun kendi kendini ortaya koyuşu değildir (Derrida, 2004:16).
Bu varsayım kendini mevcudiyete sunmadan, konum alır, ‘sorumluluğu’ paradoksal ya da Heteredoks nitelikli bir konum aşımı olarak ele alır (Derrida, 2004:18). Yani Derrida’nın tezindeki gerçek mesaj, hayalet siyasetinin her zaman bizimle beraber olduğudur. Ölüler birer hayalet olarak peşimizden gelmeye devam edecek ve ‘tarihin sonu’ olasılığını daima tehir ettireceklerdir. Geçmişin varisleri olarak bizler, tarihin devam etmesi ve bizim buna mecburen eşlik edip geleceğe uzanan hayalet siyasetine bağlı kalmaktan başka bir seçeneğimiz yok. Günümüz dünyasında hüküm süren iktisadi ve sosyal güç dengesine karşı çıkmak istiyorsak eğer, ‘tarihin sonu’, Fukuyama’nın inandığı o sevindirici haber olamaz (Sim, 2000:63).
Vefa Akdoğan ise çalışmasında önce genel sosyal bilim sahasında Derrida algısı üzerinde durur. Burda Derrida ve onun yapısökümcülüğünün sosyal bilim paradigması için ne ifade ettiğini ve bu bağlamda sosyal bilim alanı içinde varolan yapısökümünün kökenlendiği düşünce geleneği üzerinde durur. Sonraki bölümlerde ise bir izlek olarak yapısalcılıkla karşılaştırmalı olarak post-yapısalcılık ve yapısöküm üzerinde durur. Burda yapısalcılıkla, post-yapısalcılığın birleştiği ve ayrıştığı noktalar hakkında okumaları bağlamında çalışır.
Neticede Derrida için şunlar söylenebilir: Jacques Derrida Berlin Duvarı'nın yıkılışından bu yana Marksizm’in durumu ve geleceğiyle ilgili yoğun düşüncelerinden oluşan Marx'ın Hayaletleri kadar tartışma yaratan kitap pek azdır. Marx üzerine kaleme aldığı 1993 tarihli bu önemli kitabında Derrida, yeni dünya düzeni ve ‘tarihin sonu’ tartışmalarının eski bir tartışmanın devamı, Marksizm’in temsil ettiği ruhu defetme girişimi olduğunu savunur.
Onun Marx'ın Hayaletleri'nde sunduğu, belli siyaset felsefesine, ‘tarihin sonu’nda ‘siyasi’ kavramının yeniden düşünmeye bir davettir.
Kitabın çoğunlukla İngilizce konuşan Marksistlerden bazı yorum ve itirazların yükselmesine neden olması üzerine Derrida, ironik bir balık verdiği denemesi ‘Marx ve Mahdumları’nda kitapla ilgili soru, yorum, itiraz ve yanlış anlamalara yanıt vermeye çalışır. Derrida, bunların çoğunun ardında, bir miras paylaşımı sahnesi gözlemler ya da ‘Marksist olarak bilinen’ oğulların veya kızların mirasın peşine düşme, onu sahiplenme veya tam da Marksizm söz konusu olduğunda son derece paradoksal hale gelen ‘mülkiyet duygusu’nu, hatta ‘mülkiyette öncelik hakkı’ talebini semptomatik olarak okur. Oysa Derrida, daha önce ‘Marx'ın çoğul ruhları’na gönderme yapmış, tek ve bölünmez, çelişkili olmayan bir Marx mirasından söz etmenin idealleştirme deviniminden kaynaklanan bir özdeşlik veya saf, katkısız olanı arayış dışında varsayılamayacağını ve de ‘Marx'ın belli bir ruhu’na yanıt verme, bundan sorumlu olma gerekliliğini vurgulamıştı.