Ağustos ayının sonunda Netflix’te gösterilmeye başlayan ve sürekli ana sayfamda gördüğüm ‘The Chair’ dizisini sonunda izleme fırsatı buldum. Gerek konusu ve fragmanı gerek kadrosuyla birkaç gün listemde duran dizinin her biri 30 dakikadan oluşan altı bölümlük bir seri olması da beni izlemeye iten nedenler arasında.
Dizinin yürütücü yapımcılığını Game of Thrones dizisinin yaratıcı ikilisi David Beniogg ve D.B. Weiss üstlenirken, yaratıcı kısmını Amanda Peet ve Annie Julia Wyman üstleniyor.
Konusuna gelecek olursak… Başkarakterimiz Ji-Yoon Kim, Pembroke Üniversitesinde İngilizce bölümünün ilk kadın başkanı oluyor. Aynı zamanda akademik kadroda beyaz olmayan az sayıda profesörden biri. Yükseldiği yeni makamı onu her ne kadar heyecanlandırsa da beraberinde çeşitli engelleri ve yüklü sorumlulukları da getiriyor. Artık hiçbir şey başkan olmadan önceki dönem kadar kolay gelmiyor ona. Herkesi bir arada tutmaya çalışırken kendi kaybolan ve hem akademik kadro hem de kızı Ju-Hee (dizide sık kullanılan ismi ile Ju Ju) tarafından pek de kale alınmayan Ji-Yoon’un maceraları akıcı bir formatta ilerliyor. Dizi altı bölüm boyunca Ji-Yoon’un hem akademik hayatında hem de kişisel hayatında karşılaştığı sorunları kara mizah tadında seyirciye sunuyor.
Sandra Oh canlandırdığı Ji-Yoon karakteri ile Kore kültürü başta olmak üzere Asya-Amerikan deneyimine dair birçok unsuru da temsil ediyor. Derin karakter çözümlemeleri, aile ilişkileri ve göçmen bir ailenin topluma entegre olması gibi konularda oldukça ilginç sahneler de bulunuyor. Sandra Oh da kariyerinin bu döneminde oynadığı karakterlerde kendi Kore kültür mirasını temsil etmenin önemli olduğunu bir röportajında belirtiyor.
Ji-Yoon’un yanında sık sık gördüğümüz Bill karakterini de Yahudi öğelerin bulunduğu Amazon Prime dizisi ‘Transparent’ ile ününü arttıran Jay Duplass canlandırıyor. Bill; yakın zamanda eşini kaybeden, kızını üniversiteye uğurlayan, çok alkol alan, derslere geç kalan (ama öğrenciler tarafından hayran olunan) ve bir şeyleri doğru yapmak için uğraşan ama son zamanlarda pek kendinde olmayan bir karakter. Ji-Yoon ve kızı Ju Ju ile yakınlığı nedeniyle de sürekli göz önünde.
Günümüzün toplumsal koşulları ve modern Amerikan akademi kültürü göz önünde bulundurulduğunda, dizide ele alınan konuların yerinde ve gerçekçi olduğuna da tanıklık ediyoruz. Akademinin artan ticarileşen konumu, sistemin yaşça büyük beyaz erkek profesörlerin lehine işlemesi ve özellikle beyaz olmayan kadınlara karşı daha acımasız ve daha az ayrıcalıklı olması usta bir şekilde işleniyor.
Ji-Yoon sistemdeki eksik ve bozuk kısımları kendince geliştirmeye çalışsa da alışılagelmiş bir düzen karşısında kendisini çok zor durumda buluyor. Ortayı bulayım derken aslında kimseyi mutlu edemiyor, kendisini dâhil… Kendi değerlerini yaşamak ve hak edeni ödüllendirmeye çalışırken çoğu kez dekan ile çelişiyor.
Buna ek olarak, Joan karakterini canlandıran Holland Taylor, İngilizce bölümünün yaşadığı bütçe kesintilerini takiben köşeye atılmış, unutulmuş kıdemli ve yaşça büyük profesörlerin hislerini ve psikolojisini temsil ediyor.
Emekliliğe zorlanan bir başka karakter ise Elliot. Onu da bir diğer ünlü oyuncu Bob Balaban canlandırıyor. Elliot ve kadrolu ilk siyahi kadın olmaya yaklaşan Yasmin (Yaz) arasında da çekişmeli bir iş ilişkisi sürüyor. Elliot, yılların birikimine güvenerek egosunu bir kenara bırakamıyor ve de çoğu kez Yasmin’in mesleki yeterliliğini hafife alıyor.
‘The Chair’ bakış açısıyla kampüslerdeki nefret söylemi
Amerikan akademi kültürü ile içli dışlı olmayanlarımız için bizi ilgilendiren bir başka konu dizide ele alanın nefret söylemi meselesi ve Bill’in Nazi selamı.
Bill’in, Absürdizm (evrenin anlamsız olduğunu savunan felsefi akım) ve Faşizmden bahsederken “Heil Hitler” diyerek Nazi selamını yapması ve bunun öğrencilerin paylaştıkları video ile viral olması pek de zaman almıyor.
Dizinin başında gördüğümüz ve işleyişi tüm diziye yayılan nefret söylemi meselesi çok katmanlı bir şekilde işlenmiş. Aynı zamanda maalesef gerçekte rastladığımız, okuduğumuz, duyduğumuz birçok benzer olaydan da esinlenmiş gibi duruyor. Alma’da bu konu hakkında yazılan yazıya istinaden, dizinin yaratıcılarından Amanda Peet de Amerika’da buna benzer bir olayın yaşandığı bir özel okula gitti. Matematik dersinde açıları işleyen ve Nazi selamını andıran el hareketini yaptığını fark eden Ben Frisch adlı öğretmen “Heil Hitler” demiş ve bir sürü kişi olaya dâhil olmuştu. Bazı öğrenci ve meslektaşları Frisch’i destekleyip görevini geri almasını talep etse de, bazıları bunun (‘şaka’ niyetiyle yapıldığı söylense de) kabul edilemez ve saldırgan olduğunu savunuyordu.
Dizide Bill’in kötü ve uygunsuz sözde şakasından öte yaptığını ciddi bir şekilde üstlenmemesi, sorumluluk almaması ve yapıcı bir özür dilememesi açısından öğrencilerin ve yönetimin oldukça tepkisini çekiyor. Daha çok zedelenen itibarlarını düzeltmekle ilgilenen yönetimin yanı sıra genç aktivist öğrencilerin kampüse döküldüklerini ve adalet temeli üstüne kurulu bir eğitim sistemi aradıklarını izliyoruz.
Dizi kısacası akademi ve toplumda şahit olduğumuz politik konuları kara mizahla harmanlayarak seyirciyle buluşturuyor. Çözümlemesi ve tartması zor konuların yanı sıra sıcak arkadaş ve aile ilişkilerini de hissedebileceğiniz ‘The Chair’ı kaçırmayın derim!