İnsan hayatı boyunca kendini bir şeylerle uyumlandırmaya çabalar. Doğanın bir parçası olduğunu unutup suni bir uyumun peşine düşer. Bunu yapmakta çok da haksız değildir. Etrafındaki güçler, dengeler ya da yaşam alanındaki renklerden tutun da çevresindeki insanlarla arasındaki uyumu, harmoniyi korumak için farkında olmadan ödünler verir. Tarafların dengelenmesinde kendini kimi zaman kurban, kimi zaman da kahraman gibi konumlandırarak bedeller ödeyip uyumlanmaya çabalar.
Peki her şeyin birbiri ile uyum içinde olduğu bir hayat gerçek bir mutluluk getirir mi? Bazılarınızın düşünmeden evet dediğini duyar gibiyim. Büyük bir çoğunluk için bunun geçerli olduğunu düşünsem de pandemi yaşamış olmanın bana verdiği yetkiyle buna karşı çıkıyorum. Uyumun rutin, rutinin ise güvenli bir alan oluşturduğu şüphe götürmez. Oysa bu güven zaman zaman mat, boğucu ve daha da ötesi yaşam gerçeğinden insanı koparan yanıyla kışkırtıcı bir zemini de beraberinde getiriyor. ‘Her şeyi çok güzel yaptık ama mutlu değiliz’ler başlıyor. İnsan, hayatındaki kimi sesleri kısıp, kimilerini açarak, basları tizleri ayarladığı hayat müziğini duymaktan, dinlemekten sıkılmaya başlıyor. Oysa başka bir düzenleme yapmak mümkün.
Bunun en güzel örneklerinden biri 70’lerin Türkçe sözlü pop müzik parçalarında karşımıza çıkıyor. Şimdi eğri oturup doğru konuşalım, hiçbirimiz “Yıkıldım artık ben, sevemem yeniden, başıma gelenler hep senden” diyen Nilüfer’i dinlerken bir duygu birliği yapıp, “Vah vah bu kadın neler çekmiş” deyip üzülmüyoruz. Beraberce eşlik edip, yeri geldiğinde dans ederek şarkıyı söylesek de onunla hüzünlenmiyoruz. Zira şarkının sözleri ne derse desin müziği bize neşe veriyor. Sadece bu şarkıda da değil; o dönem yazılan çoğu şarkının söz ve müzik duyguları ciddi anlamda uyumsuz ama hepsi o uyumsuzluk içinde çok güzel ve iyi hissettiriyor.
Türk pop müzik tarihinin duayen aranjör, besteci ve söz yazarlarından Fecri Ebcioğlu bir söyleşisinde şarkı sözlerini yazarken müziğin duygusundan çok kimin söyleyeceği, nasıl bir gündeme denk düştüğü gibi birçok parametreyi göze alarak tasarladıklarından bahseder. Söze göre müzikten çok, müziğe göre söz yazılan bu dönem şarkılarında hiçbir sözün yazılamadığı ‘lay la lay laray’ diye akan nakaratlar da vardır. Ebcioğlu’nun kalender bir tavırla gülümseyerek “Sözü uyduramayınca bunları koyuyorduk” dediği yerler bana kalırsa şarkıların duygu bütünlüğünün sağlanabildiği yegâne bölümler. Ancak bu ‘sözsüz uyumlu’ yerler şarkıyı dinlerken gelmesini beklediğimiz değil de bir an önce geçmesini istediğimiz yerler. Zira buralar bizi eşlik etmekten haz aldığımız uyumsuzluğa taşımasını beklediğimiz yerler aynı zamanda. Bu bölümleri yukarıda bahsettiğim uyumla gelen sıkıcılığın duyulduğu yerler olarak da düşünebiliriz. Ne var ki bunu düşünen ilk insanlar biz değiliz. Bu, antik dönemlerden beri üzerine düşünülen bir konu ve hatta tanımlanan bir kavram.
Concordia discors olarak adlandırılan bu doktrin, doğadaki dört element olan hava, toprak, ateş ve su arasındaki sayısız çatışmanın paradoksal olarak dünyada genel bir uyum yarattığı fikrini savunuyor. Kavramın kurucuları olarak Yunan filozofları Pisagor (MÖ 580), Herakleitos (MÖ 544-483) ve Empedokles (MÖ 490-430) sayılıyor. Ancak Latince concordia discors terimi, bu fikri ilk olarak ortaya atan Horace tarafından, ilk kitabının on ikinci mektubunda kullanıldığı biliniyor. Concordia discors’u Horace, Empedokles'in dünyanın dört element arasındaki sürekli bir çekişme içinde olduğu ve bu düzen üzerinden şekillendirildiği felsefesini tanımlamak için kullanmış[1].
Burada benim için önemli olan bu çekişme durumunun sürekliliği. Hayatımızdaki harmoniyi kurmaya çalıştıkça, tıpkı doğada olduğu gibi hayat da bunu bir yerlerden kırmaya, bozmaya, yenilemeye çalışıyor. Bizi yeni düzenlemeler yapmaya itiyor. Böyle bir düzen içinde ha kahraman olmuşsun, ha kurban… Fark etmiyor. Uyumu tutturmak baskı uygulamayı gerektiren bir durumsa, akortsuz bir harmoni içinde yaşama devam edebilmek geniş tolerans aralıkları, kabul edişler üzerinden şekillenen sürekli bir akışta kalma halini getiriyor.
Belki bu yüzden “Yıkıldım artık ben sevemem yeniden” derken o insanın bir gün yeniden sevebileceğini içten içe biliyor olmanın getirdiği üstü örtük bir neşeyi duyarak şarkıya eşlik ediyoruz. Geçmişe ait bir üzüntüyü, gelecekteki bir sevincin müjdecisiymiş gibi algılıyoruz. Çünkü biliyoruz ki bu gerçekleşebilen bir şey.
Pandeminin, ülke ve dünya gündeminin getirdiği giderek daha da çılgınca hissedilen tüm bu akortsuz harmoni içinde bundan daha güzel bir bilgi olabilir mi? Elbette vardır. Ancak şu an için bu akortsuz harmoniyi dinlerken eşlik edebilecek bir bu halini korumak yeterli. Gözlerimizi süreklilik içindeki geçiciliğe dikerek devam edebilmek önemli. Zira gerisini hepimiz biliyoruz ki aksi salınarak atlatmaya çalıştığımız o zevksiz ‘Lay la lay laray…’ Buna ne gerek var, öyle değil mi ama?