Biz bize benzemesek?...

Hasan Bülent KAHRAMAN Perspektif
22 Eylül 2021 Çarşamba

Gelin de şaşırmayın: Son zamanlarda İstanbul’a bir alıcı-verici kulesi yapıldı. Zaha Hadid’le çalışmış, başarılı bir Türk kadın mimar tasarlamış. Görselliği hakkında bir şey söylemek istemem. Bazen beğeniyorum bazen itici buluyorum. Ama muhafazakâr çevre bir ara yeni kule İstanbul’un (yeni) simgesi olsun dedi. Kabul de görüyordu ki, galiba gelen bazı eleştiriler üstüne o ses kesildi.

Bu durum yeterince kafa karıştırıcı: çünkü, yenilikçilik yanlıları Hadidci bir dekonstrüksiyonist mimari esini taşıyan binayı reddediyor, bilinen nedenlerle. Ama estetik tercihini tarif edemiyor. Sadece geleneksel estetiğe sırt dönüyor. Bir de belirgin tutumu erken Cumhuriyet dönemi yapılarını muhafaza etmek.

Buna mukabil ve çok garip bir şekilde muhafazakârlar hem bir yandan geç Osmanlı dönemi estetiğini ‘ecdad’ın estetiği sanarak (evet, bu bir sanı veya sanrı sadece) ona bağlanıyor hem İstanbul’u jiletle kazırcasına dönüştürüyor hem de bu yeni yapıyı/kuleyi bu şehir için ‘yeni simge’ olarak düşünebiliyor. Üstelik bu tutum yeni değil. İstanbul’un bildiğimiz en büyük yıkımı Menderes’le başladı, Demirel’le ve diğer sağ iktidarlarla devam etti. Şimdi bu koşulları mesela Fransa’nın üstelik de artık politik bir ideoloji olmaktan nispeten uzaklaşıp bir kültürel koda dönüşmüş milliyetçiliğiyle birlikte düşününce insanın çarpılmaması olanaksız. İşin o yanını kurcalamanın zamanıdır.

***

Attila İlhan ‘herkesin Paris’i başka’ veya ‘kendine göre’ derdi, doğrudur. Tek bir Paris yoktur. Paris, yapılmış, yaratılmış bir kenttir. 19. yüzyılda Fransızlar o şehri dünyanın ‘sefahat’ merkezi yapmaya karar verdikten sonra inançlarından dönmediler, halen o şehir Baudelaire’in tabiriyle söyleyeyim, ‘luxe, calme et volupte’ yani, ‘şatafat, sükûnet ve şehvet’ ülkesidir.

Kenti o düzeyde tutan şey, insanların kentlerine, tarihlerine ve değerlerine olan düşkünlüğüdür. Pek öyle bilinmez ama bu tutkunun altında yatan bir önemli neden Fransız milliyetçiliğidir. Fransız Devrimi dünyaya ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ ilkelerini armağan ettiği kadar da milliyetçilik düşüncesini bağışlamıştır. Milliyetçilikle burjuvazinin gelişimi arasında karmaşık ama güçlü bir ilişki vardır. İnanmayanlar Derek Hastings’in kitabını (Nationalism in Modern Europe: Politics, Identity, and Belonging Since the French Revolution) okusun. Napoleon savaşları hem Aydınlanma ilkelerinin hem de Fransız milliyetçiliğinin Fransa dışına yayılmasıydı-aynı zamanda.

Aynı suda iki kez yıkanılmıyor, düşünce de kökte aynı olsa bile farklı kültürlerde farklı neticeler doğuruyor. Milliyetçiliği de 19. yüzyılda her toplum ve dönemin koşullarında topluma hakim olan seçkinler/aydınlar kendisine göre yorumladı. Böylece her ulusun kendi milliyetçiliği doğdu. Gerçek şu ki, 1912 sonrasında yani aslında çok geç bir tarihte Osmanlılar, çok çileli şeyler yaşayarak, ‘Türk milliyetçiliğini’ keşfetti. Özellikle Bulgarların, öncesinde Yunanların, en son da Arnavutların mikro milliyetçilikleriyle Osmanlı’dan kopmasının ardından Niyazi Berkes’in kitabında anlattığı üzere, Namık Kemal kuşağında biçimlenmeye başlamış bu ideoloji Jön Türkler’in temel dürtüsü haline geldi.

Atatürk dönemi hareketi Batılılaşma ve milliyetçiliğin at başı gittiği bir ideolojidir. Bir dönemde kafa tutulan ve karşısında savaş verilen Batı başka bir dönemde kurumları ve kültürüyle benimsenmiştir. Kurum derken de hukuktan, eğitimden, yaşama biçiminde söz ediyorum. Siyaset bilimindeki tabiriyle söylersem ‘transfer yoluyla hukuk’ reformu, II. Mahmud’un başını çektiği giyim kuşam inkılabının son kertesine getirilmesi, 1863’te konuşulmaya başlanan alfabe değişikliği Batı’nın uzun bir tarih içindeki kabulüydü. Bu gelişmenin son durağında Osmanlı bir ancien regime olarak reddedildi. Düşünün ki, Tanpınar gibi bir isim bile milli eğitim şurasında divan edebiyatını ders programlarından kaldırmayı teklif ediyordu. Güneş Dil Teorisiyle de ‘Türk Tarih Tezi’yle de Türklüğün evrensel önemi bir milliyetçilik parametresi olarak vurgulanmaktaydı.

***

Gerçek bu, söyleyecek bir şey yok. Zaman bazı kuramları törpüledi, bazı çekirdekleri de esas gövdelere dönüştürdü. Ama belli bir çevrenin Osmanlıyı reddi, onun tarihsel gerçekliğini hiçbir düzeyde benimseme anlayışı ilerledi. Eskiyle yeninin ‘sentezi’ 1930’larda zaman zaman gündeme geliyordu ama 1970’lerde Attila İlhan gibi Atatürkçü bazı yazarlar tarafından, Hangi Batı gibi kitaplarda sistemleştirildi. Gene de ilerlemedi ve Osmanlı kültürünün kabulü marjinal kaldı.

Bu marjinalizasyonun çok basit bir nedeni var: Batılılaşmanın bizzat Osmanlılar tarafından III. Selim’den başlayarak hızla ve hırsla benimsenmesi. Maalesef hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bu padişahla II. Mahmud’un eğilimleri ve gerçekleştirdikleri akla durgunluk verecek düzeydedir. Mimariden eğitime, gündelik yaşantıdan Tanzimat kurumlarının tamamına tüm değişiklikler bu dönemlerde cereyan etti. Şimdi tamamen anlamsız bir şekilde bir ikonik ve mitolojik kişiliğe dönüştürülen II. Abdülhamid döneminde de sarayda Türk müziği çalınmaz, opera oynar, polisiye roman okunur, resim ve fotoğraf merakı geliştirilip tatmin edilirdi. Abdülaziz ve Abdülmecid de bu eğilimlere yabancı kalmamıştır.

Dönemin vurgusu mimarlık ve mobilyadadır. Barok ve Rokoko içeri alındığı gibi bugün Osmanlı olduğu sanılan ve muhafazakarların ayrı bir önem verdiği ‘yaldızlı’ mobilyalar Fransız eşyasıdır. Osmanlılar onları iyi kötü günü gününe kullanırken, şimdikiler özdeki Fransız etkisini hiç hatırlamadan onu Osmanlı ‘sanarak’ kullanıyor. (Dediğim gibi son zamanlarda hiçbir şey gerçek değil, her şey bir sanı veya sanrı.)

Cumhuriyet dönemi mimarisinin özellikle Ankara’da Almanlar eliyle enternasyonal bir modernizm anlayışına kilitlendiği malum. Mobilyada aşağı yukarı aynı yaklaşım güdüldü. (Dileyen Atatürk’ün Florya’daki köşküne gidip görebilir.) O şartlarda Osmanlı’dan kalan bir kültürün dönüştürülmesi I. ve II. Ulusal Mimarlık girişimlerinde entelektüel bir ‘deney’ olarak kaldı. Sedad Hakkı Eldem bazı tutkularını sonuna kadar sürdürdüyse de güçlü bir kaynak olmadı. Nasıl olsun? Atatürk’ün bizzat sevdiği tek müzik olan geleneksel müzik bile günü geldiğinde radyolardan yasaklandı. Sinan-Itri-Baki üçlüsünün simgelediği kültürel bütünlük çok uzun süre (hatta hâlâ) kapının dışında tutuldu.

***

Fransızları bu nedenle örnek verdim. Orada ‘klasik kültür’ başlı başına bir olgudur. Kimse Rokoko’yu veya Barok’u inkar etmez. Kimsenin Sully’le veya Rabelais’yle ya da Villon’la problemi olmaz. Aksine bunları bilmemek ayıp kabul edilir. Aynı şey İngiliz veya Alman kültürü için de geçerlidir. Bir yazar ya da şair, dünya görüşü, tutumu, konumu nedeniyle eleştirilir, tartışılır ama bir klasik olarak daima göz bebeğidir. Bugünkü Paris işte bu klasiğin dönüştürülmesiyle oluşmuş bir kenttir. Yenilik katmanları inşa edilir. Avangart hâlâ Fransa için bir ihtirastır fakat hiçbiri geçmişin benimsenmesine mani değildir. Kısacası Fransa kimseye ‘ya o ya öteki’ demez. ‘Hem o hem öteki’ der.

Bu olgunluğa henüz erişemedik. Bana göre bir, kendi Kemalist devrimimizin 200. yılında o çizgiye varırız. İki, sentez muhafazakârların değil Marksistlerin, haydi solcuların diyelim, becerebileceği bir iştir. Öyle bir düzeye geldiğimizde ‘ilericilerimizin’ (ki, 1970’lerde bu sentez konusunun öncüleriydiler) ve muhafazakârlarımızın bugünkü ayrışık ve bazen gerçekten komik olan pozisyonları da değişecektir.

Galiba bütün bunlar, bu herkese hâkim kafa karışıklığı, zihin bulanıklığı biz bize benzediğimiz için. O nedenle diyorum ki, nasıl yapsak da biz bize benzemesek...

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün