Özgürlük, eşitlik, kardeşlik temelleri üzerine inşa edildiği var sayılan uygar insan toplumlarının geliştirdikleri devlet mekanizmaları, hukukun üstünlüğünü gözeten, laik, görev ve yükümlülüklerin yanında refahın, olanakların da adilce paylaşıldığı, doğru ve yanlışın objektif şekilde ölçülebildiği, liyakatin öne çıkarıldığı ortamlarla var olur ya da olabilir.
İki bin sene önce yaşamış Romalı düşünür, hatip, devlet adamı Marcus Tullius Çiçero, ‘Devlet Üzerine’ başlıklı kitabında şöyle der:
“Çalışanlarına yeterli yetki, müzakere gücü ve otorite; vatandaşlarına ise yeterli özgürlüğü sağlayacak hakları, sorumlulukları ve işlevleri dengede tutamayan bir devletin istikrarsızlıktan kurtulması mümkün değildir.”
Devletin vatandaş için var olduğu, demokratik zeminlerden uzaklaşıldıkça unutulan bir gerçek. Tam tersine, vatandaşın devlet için var olduğu, devletin tek partiye ya da tek adama indirgendiği otoriter rejimlerde sıkça görünen, zaman içinde kanıksanan bir durumdur desek çok da yanlış olmaz.
Özgürlük, eşitlik, kardeşlik temelleri üzerine inşa edildiği var sayılan uygar insan toplumlarının geliştirdikleri devlet mekanizmaları, hukukun üstünlüğünü gözeten, laik, görev ve yükümlülüklerin yanında refahın, olanakların da adilce paylaşıldığı, doğru ve yanlışın objektif şekilde ölçülebildiği, liyakatin öne çıkarıldığı ortamlarla var olur ya da olabilir. Esas itibarı ile, demokratik diye adlandırdığımız yapının özünü de bu kriterler oluşturuyor. Bunlara sahip çıkmak, bunların engelsiz çalışacağı bir ortam hazırlamak ve onu işler kılıp korumak bireyin görevi. Belki de, hür ve özgür iradesiyle bireyin seçtiği, denetlediği, gerektiğinde hesap sorabildiği, işe soyunan siyasetçinin görevidir, demek daha doğru bir yaklaşım olacaktır.
Son Tarih Atölyesini, Harvard Üniversitesi siyaset bilimcileri Steven Levitsky ile Daniel Ziblatt’ın[1], Alman sosyolog Juan Linz’in ‘The Breakdown of Democratic Regimes’ başlıklı kitabından yaptıkları alıntı ile bitirmiştim… Hatırlatmak isterim!
Bir politikacı, 1) sözleri ya da eylemleri ile oyunun demokratik kurallarını ret ederse; 2) muhaliflerinin meşruluğunu inkâr ederse veya tartışmaya açarsa; 3) şiddeti mazur görür, onu desteklerse; 4) muhaliflerinin özgürlüklerini engellemek gibi bir niyeti olursa, demokratik erozyondan söz edilebilir…
***
Dipnottaki kitaptan alıntı sorularla konuyu zenginleştirirsek… Politikacılar,
Anayasayı ret ediyorlar ya da onu ihlal etme arzusundaysalar,
Seçimleri iptal etmek, Anayasayı askıya almak, bazı kuruluşların çalışmalarını yasaklamak, bireylerin temel ve siyasi haklarını yok saymak eğiliminde iseler,
Rejimi değiştirmek amacıyla olağanüstü yetkiler talep ediyorlarsa, bunun için askeri darbeler, başkaldırılar, toplu gösteriler planlıyorlarsa,
Seçimlerin meşruluğunu tartışmaya açıyor, örneğin ilan edilmiş sonuçları tanımama eğilimine giriyorlarsa,
Rakiplerini huzur bozucu veya var olan düzene zarar verici olarak tanımlıyorlarsa,
Rakiplerinin ulusal güvenliğe ya da toplumsal dengeye tehlike teşkil ettiğini iddia ediyorlarsa,
Rakiplerini, asılsız şekilde, suçlu, kamu düzenini tahrip edici ilan edip onların seçimlere katılmalarının, siyaset yapmalarının önünü kapıyorlarsa,
Rakiplerini, asılsız şekilde, yabancı ajanı olarak suçluyor, ülkeye karşı büyük oyunların destekçisi olmakla itham ediyorlarsa,
Silahlı örgütlerle, yarı askeri unsurlarla, milislerle veya düzeni bozacak herhangi bir yapılanma ile işbirlikleri varsa,
Rakiplerine silahsız ya da silahlı saldırıda bulunan yasa dışı oluşumlarla bağlantıları varsa,
Destekçilerinin şiddet içeren fiillerine ses çıkarmıyor, bu gibi davranışları mazur görüyorlarsa, bunların kınanmasında, cezalandırılmasında isteksiz davranıyorlarsa,
Kendi ülkelerinde veya dünyada siyasi şiddeti meşru kılacak söylemlerde bulunuyorlar ya da bunları kayıtsız şartsız ret etmiyorlarsa,
İnsan haklarını, kadın haklarını desteklemiyor, bunların kısıtlanmasına karşı çıkmıyorlarsa, halkın protesto etme, hükümeti eleştirme hakkına sahip çıkmıyorlarsa,
Sivil toplum örgütlerinin veya siyasi partilerin işleyişlerini kısıtlamak ya da yasaklamak gibi girişimleri varsa,
Siyasi partilerde, medyada, sivil toplumdaki rakiplerini kanuni yaptırımlar uygulamakla tehdit ediyorlarsa,
Geçmişte veya dünyada başka hükümetlerin benzer uygulamalarını destekler beyanda bulunuyorlarsa[2]
… sorun var demektir. Yazarlar bu kadarla yetinmiş ancak zamandan ve mekandan bağımsız düşünüldüğünde, durumun azımsanmayacak bir gerçeği anlattığını görmek mümkün… Doğu Avrupa’dan, Güney Amerika’ya, Uzakdoğu’dan, Ortadoğu’ya, Afrika’ya olup bitene, hatta, varsa bir demokrasi geleneği, onu dünyanın dört bir tarafına taşımakla kendisini görevlendirmiş ABD’de son seçimlerden sonra yaşananlara bakmak, demokrasinin nasıl katledildiğini anlamak adına ibret verici olsa gerek.
***
Medeniyetler çatışması kuramının babası Amerikalı siyaset bilimci Samuel Huntington, 1968 yılında kaleme aldığı ‘Political Order in Changing Societies’ başlıklı kitabında şöyle bir tespitte bulunuyor…
“Ülkeler arasındaki en önemli siyasi fark yönetiliş şekilleri ile değil, yönetiliş seviyeleri ile ilgilidir. Demokrasilerle diktatörlükler arasındaki farklar, bünyelerinde ‘uzlaşı, toplum, meşruiyet, organizasyon, etkenlik, istikrar bulunan ülkelerle, bu niteliklerden yoksun ülkeler’ arasındaki farklardan daha fazla değildir.”
Sözü edilen nitelikler ülkelerin yönetiliş seviyelerini belirleyen, sırtlarında taşıdıkları sorun paketinin kalitesini ortaya koyan unsurlardır. 1989’da komünizmin çökmesi ile uluslararası söylemi ele geçiren ve seçimlere mutlak bir önem atfeden popüler görüşte, yukarıda alıntılanan paragraftaki hiçbir kaliteye önem atfedilmez. Gerçi devlet geleneğinin yerleşik olduğu doğu Avrupa ülkelerinde – ki bunlar komünist diktatörlüklerden başka bir rejimi ifade etmiyorlardı – ayakta kalan değerler ile devletin mutlak gücünün kontrolü, vatandaşın demokrasiye katılımı, siyasette söz sahibi olması, neticede adalet sisteminin tesisi, denetleme kurumlarının oluşturulması ile mümkün olmuştur…[3] Buna rağmen bu ülkelerin işleyişlerinin sorunsuz olduğunu iddia etmek olası değildir.
Bir de Arap Baharına sahne olan ülkelerden söz etmek gerekir. Arap aleminde görülen problem, uzun süreye yayılmış otoriter yönetim şekli yüzünden veya rağmen, baskıcı sosyal kontrol aygıtından başka doğru işleyen hiçbir devlet mekaniği yaratamamış olmasıdır.
Arap alemi derin kriz içinde… Arap ligini oluşturan 22 üye ülkeden en az beşi esas itibarı ile çökmüş durumda. Bunlar sınır güvenliklerini sağlamak bir yana temel gereksinimleri karşılamaktan dahi uzaklar… Irak, Libya, Yemen, Somali, Suriye bugün isimleri ile yaşayan ülkeler. Toprakları birbirine düşman, ölüm saçan silahlı grupların eline düşmüş durumda…
Çiçero’ya dönecek olursak, “Çalışanlarına yeterli yetki, müzakere gücü ve otorite; vatandaşlarına ise yeterli özgürlüğü sağlayacak hakları, sorumlulukları ve işlevleri dengede tutamayan bir devletin istikrarsızlıktan kurtulması mümkün değildir” diye öneriyor. Bu durum, 20. yüzyıl boyunca değişik tarihlerde egemenliğini kazanmış, daha sonraları darbelere sahne olmuş günümüzün Arap ülkelerini anlatmaktan uzak bir tanım, şüphesiz…
Devamı? Gelecek Tarih Atölyesinde…