“Bu yol nereye çıkıyor biliyor musunuz?”
Cevap yok. Soracak başka kimse de yok. Ya bir adım atıp kaybolma özgürlüğümü kullanmaya başlayacağım ya da olduğum yerde biraz oyalanıp soracak başka birinin geçmesini bekleyeceğim. Bekleyeyim. Olduğum yerden baktığımda ileride belirgin üç tepenin önünden geçen genişçe bir yol görüyorum ama, bulunduğum yerden hangi patikanın oraya çıktığını bir türlü kestiremiyorum. Ucu silik ince bir iz gibi daracık patikalar. Hani neredeyse tek yön gidiş, gelişi olan yollar gibiler. Karşıdan biri gelse muhtemelen sırtımızı birbirimize doğru çevirip ufak adımlarla değmeden, dokunmadan, karşılıklı dengelerimizi bozmadan geçmeyi gerektirecek kadar darlar. Üstelik bir yere kadar gidip, sonra bir başkasına ekleniyor gibiler. Birbirine açılan geçitler, birbiri içinde kaybolan yollar gibi. Kendi içinde bir düzeni vardır elbet ama dışarıdan bakınca karman çorman bir labirent.
Gözlerimi kısıp dikkatlice bakıyorum. “Şu ilk tepeye doğru biraz yürümeyi göze alabilsem, belki orada yol genişliyordur, kim bilir.” Mırıldanıp dururken bir karaltı beliriyor. Biri geliyor muhtemelen diye düşünüp sesimi gürleştirmeye çalışarak boşluğa konuşuyorum:
“Bu yol nereye çıkıyor, biliyor musunuz?”
Cevap yok.
“Bu yol diyorum…”
Karaltı sandığım şey cisimsiz bir gölge gibi üzerimden geçip gittikten sonra yok oluyor. Her şeyin teker teker yok olduğu bu evrende bir karaltının yok olması nedir ki. Olsun. O da yok olsun. Kalkıp yürürüm.
Bir adım, bir adım daha.
Yol mu, patika mı belli değil ama bir iz üzerindeyim nihayetinde. İz demek geçmiş demek, yaşanmışlık demek, anılar demek. Birileri buradan gelip geçmiş basbayağı. Neden bu izleri takip etmeyeyim ki?
Bir adım, sonra bir adım daha.
Derken bir yerlerden çocuk sesleri duyar gibi olup adımlarımı sıklaştırıyorum. “Okullar mı açıldı ne? Bunca zamandan sonra? Tam dört mevsim hiç ses yükselmeyen bu cıvıltı başka neden olabilir ki?” Demek bu yol güvenli. Zira bir yol okula çıkıyorsa güvenlidir. Seslere yaklaştıkça bu çorak, bu hiçbir şey yeşermeyen gibi duran ılık zeminde yemyeşil taze fundalıklar belirmeye başlıyor. İnsan iki adım sonrasını nasıl olur da göremez? Göremiyor işte. Tıpkı iki gün sonra başından neler geçeceğini bilemediği gibi bunu da basbayağı göremiyor demek ki. Giderek daha da yeşillenen, yeşillendikçe daha da güvenli olduğu hissini veren yoldan ilerleyerek okula yaklaşıyorum. Tam bahçeye adım atacağım sırada tökezleyip düşüyorum. Yere değen elimde bir sıcaklık, hafif çizikler. Çocuklar sarıyor etrafımı.
“Bir şeyin var mı?”
“Çok acıdı mı?”
“Kanamış mı? Kanamış mı? Kanamış mı?”
“Yok, hayır, iyiyim” demeye kalmadan nöbetçi öğretmen olduğunu düşündüğüm kadın koşarak yaklaşıp çocukları benden uzaklaştırıyor. O an anlıyorum, hayatım boyunca dikkat ettiğim her şeye rağmen şu an, burada, bu insanlar için bir güvenlik tehdidiyim. Güvenilir biri olduğum anlaşılsın diye, güvenilir ve zararsız insan cümleleri kurmaya karar veriyorum.
“Merhaba… Ben ilerideki geniş yola çıkmak istiyorum” diyorum. “Hani şu tepenin önünden geçen?” İşaret ettiğim yere doru bakıyor kadın. Sonra daha da tedirgin olmuş bakışlarını üzerime dikip,
“Hangi tepe?” diye soruyor. Biraz ötemde duran kocaman tepe nasıl görünmez bilmiyorum. Görülmeyen bir tepe nasıl tarif edilir, onu hiç bilemiyorum. Ne var ki bu soruya bir cevap veremezsem hepten tekinsiz biri gibi görüleceğimden çok eminim. Çizik çizik olan avcumu kıpırdatmadan diğer elimin işaret parmağıyla tepeyi gösterecekken üzerimizden az önceki karaltı geçiyor. Başımı çevirip bakıyorum. Kim ki bu? Ben karaltının nereden geldiğini, karşımdaki kadın gözümün önündeki tepeyi göremezken içeriden bir ses yükseliyor.
“Konuştuğum tek insan sensin sen de beni aramıyorsun!”
Kimin bu ses, kime bu sitem. Kim kiminle kavga ediyor? Belli değil. Kadın arkasını dönüp giderken ‘bakın işte şu tepe’ diyorum. Yok. Gitti. Tepe, yol ve ben kaldık yine baş başa. Avucumdaki çizikler canımı yakadursun söylene söylene yürümeye başlıyorum.
“Hadi bu tepeyi görmedin, arkasındaki vadiyi de mi görmüyorsun? Peki ya onun ardındaki tepeyi? Onu da mı görmüyorsun?”
Yok, görmüyor. Zaten artık umurunda da değil. Yok olan çocuk cıvıltılarının arasında artık okul olup olmadığına da pek emin olamadığım binanın içine girdi ve kayboldu. Bina da onunla birlikte… Kayboldu.
“Peki. O da kaybolsun. Arkana bakma sakın. Olabilir böyle şeyler. Bildiğin binalar kaybolabilir. Sevdiğin insanlar yok olabilir. Yollar incelip daralıp eklenip uzayarak seni orda oraya götürürken yeniden bir anda yeşillikler içine düşürebilir.”
Bir adım. Bir adım daha.
“İyice bir bak etrafına. Bir yerlerden çıkaracak gibisin şu yere serilmiş çizik çizik halı gibi olan zemini sanki? Biraz açıl, biraz kapan. Yeniden bak, odaklan.”
Kendi kendime konuşarak yürürken karşıdan geldiğini o zamana kadar fark etmediğim adamın sesiyle irkildim. Sabah yürüyüşüne çıkmış gibi giyinmiş, boynunun etrafında terini tutması için fular gibi bir şey sarmış, kafasında komik, komik olduğu kadar da işlevsel bir safari şapkası ile karşıma dikilip “Odaklan, modaklan bunlar hep moda laflar…” diyor.
“Moda laflar? Hmm…” diyecekken lafımı ağzıma tıkıştırır gibi,
“Her sabah yürümeli insan. Belleyeceksin bir yol, her sabah yürüyeceksin. Kaytarmak yok. Bak ben her sabah yürüyorum. Şu ağaçlığın oradan bu kayalık tam on kilometre. Bak, ben her sabah on kilometre yürüyorum.”
Hangi ağaçlık, hangi kayalık, neler anlatıyor ve neden hiç susmadan konuşuyor bir anlasam.
“Beyefendi pardon?”
“Yürümek şart! Yürümeden olmaz. Kafa bir şeye odaklanmaz. Hep moda laflar bunlar, hepsi moda.”
Tam bağrımı açıp “Kim kızdırdıysa gelsin alsın bu adamı karşımdan” diyecektim ki yolu sormaya karar verdim.
Anladım, moda. Evet, çok doğru. “Bu yol nereye çıkıyor biliyor musunuz?”
Tam elimle işaret ediyorken başımın üzerinden yine o karaltı.
“Hangi yol?” diyerek boş gözlerle baktı bana. “Az önce söylediniz ya… Hani kayalıklardan ağaçlığın oraya kadar olan… Şu ilerideki tepeye gidiyor mu?” diyordum ki sinirlenip sözümü kesti.
“Buraları sen bana mı anlatıyorsun? Avcumun içi gibi bilirim ben burasını. Ne tepesi? Tepeymiş. Yok buralarda tepe mepe. Hep moda laflar bunlar, hep moda! Yürümek şart! Bul bir yol yürü. Benim büyükbabam ömrü boyunca duvar saati sarkaçlığı yaptı. Haberin var mı? Yok. Olmaz. Bir duvar saati sarkacı ayda kaç para kazanır bilir misin? Hayır. Milim sekmeden gitti geldi. Kahvaltı masaları gelip geçti önünden, öğlen yemekleri, akşam sofraları kuruldu kaldırıldı. Kimse sormadı aç mı bu adam? Tok mu? Milim sekmeden gidip geldi benim babam…”
Düzelttim, “Büyükbabanız…”
Sinirlendi. “Hayır babam. Yeri geldi boş duvarlara bekçilik etti, gene de milim sekmedi. Tik Tak! Sağdan sola, soldan sağa. Git gel. Her gün aynı işe, hep aynı iş. Kimseye muhtaç olmadı benim büyük babam.”
“Babanız...”
Hayır! Büyükbabam. Kimseye muhtaç olmadan özgürce yaşadı.
- Bir kutunun içinde? Özgürce?
- Evet özgürce! Bana soruyorsun ya bu yol nereye çıkar diye. İşte o kutuya çıkar! Her gün salına salına gidip geldiğin, herkesi gördüğün ama kimsenin seni görmediği, farkına bile varmadığı…
Allahım ne çok konuşuyor bu adam diye geçirdim içimden. Bir adım atsam geride kalacak. Bir adım daha atsam belki o bina gibi yok olacak. Neden dinliyorum ben bunları derken sesini yükselterek devam etti.
“Yürümek şart. Her gün yürüyeceksin! Yürümeden olmaz. Kafa bir şeye odaklanmaz. Bak benim babam, her allahın günü sallandı. Ama sonuçta ne oldu? Bana onurlu bir isim bıraktı. Çok önemli değil onun hangi kutu içinde nereden nerede kadar gidip geldiği anlıyor musun beni? Bana bugünü bıraktı. Özgür müydü? Bence özgürdü. Ha, o bir kutuda gezinip durdu, bense ağaçlıkla kayalıklar arasında geziniyorum. Fark etmiyor. Salındık ya sen ona bak. Nereye gidiyorsun sen? Söyle bakayım, avucumun içi gibi bilirim ben buraları.”
Nihayet. Nihayet yol sormak için bekleyip durduğum insan babasının ya da büyükbabasının (hoş, hangisinin olursa olsun pek fark etmiyor) hikayesini anlattıktan sonra bana bu fırsatı vermişti. “Şu tepeye giden yolu sormuştum…” diyebildim. Gözlerini kısıp “Hangi tepe?” diye sordu yine, “avucumun içi gibi bilirim ben buraları” diye ekledi.
Nasıl görmez insanlar anlamıyorum ki. Artık sabrım da tükeniyor.
“Ya şu işte şu… Şu bak arkasında ince bir yol uzanıyor, yanında vadi var. Vadinin yanında bir tepe daha. Onun ardında da bir yol uzanıyor. Hep çizik çizik, görüyor musunuz? Yerler hep çizik çizik.”
Konuşmanın ortasından beri deli yerine koyup dinlediğim adam gözlerini gözlerime dikip acır gibi bana bakarak, “Bir daha anlat bakayım” dedi. O an sanki bir el geçti başımın üzerinden. Gölgesi diğer elime düştü. Bir karaltı etrafımda sanki elimin gölgesi gibi. Başımın üzerinden geçen cisimsiz gölge. Tekrar anlattım. Tepeleri, vadileri, ardında uzanan yolları. İleriye bakıp bakıp parmağımla işaret ederek anlattım. Yüzünü yüzüme yaklaştırıp elimi tutarak,
“Burası senin avcunun içi kızım. Sen avcunun içinde kaybolmuşsun. Ben senin avcunun içini bilemem ki” dedi.
Parmaklarımı iyice geriye ittim. Tepeler, vadiler arkasında parmaklarım boyunca uzanan yeni yollar belirdi. Nereyi işaret ediyor hiç bilmiyorum. Sormak için kaldırdım başımı. Kulağıma bir yankı bırakıp o da yok olmuş.
“Ben senin avcunun içini bilemem ki…”
Bir adım. Bir adım daha.