Gelecek hafta 98. Cumhuriyet Bayramı’nı kutlayacağız. Cumhuriyetin 100. yılı jet hızıyla yaklaşıyor. Ben de bu aralar kişisel olarak o konularla meşgulüm. Bazı şeyler yazıp çiziyorum. Öteden beri beni ilgilendiren konu cumhuriyet fikrinin Osmanlılardaki oluşumudur. Yıllardır bu problem üstünde dururum. Zamanla kendi görüşümü doğruladım. Cumhuriyet düşüncesi Tanzimat yani Yeni Osmanlılar döneminde de II. Meşrutiyet dediğimiz Jön Türkler döneminde de tartışılmıştı.
Büyük ustamız Tarık Zafer Tunaya’nın araştırmalarını dikkatle okuyanlar bu kavramın mesela 1910 yılında Ayan Meclisinde müzakere edildiği görebilir. Yorgiyadis Efendi’nin “İktidarı padişahtan alıp halka verirseniz bu ancak cumhuriyetlerde olur” sözlerine karşılık Abdurrahman Bey alelacele kürsüye tırmanıp “Bizde repüblik yoktur” diye cevap yetiştirmiştir. O arada 1826-1871 arasında yaşamış Şinasi’nin Tanzimat’ın büyük ismi Mustafa Reşid Paşa için yazdığı dört kasideden birinde ‘ey ahali-i fazlın reis-i cümhuru’ dediğini hatırlatırsak fikrin veya kavramın soybilimi hakkında yeteri kadar malumatımız olur. (Bu dört kasidenin analizi maalesef yeterince yapılmamıştır. Sadece kasidelerden biri yaygındır ve ona dönük bazı Türkçeleştirme çabalı açıklamalar vardır. Oysa dört kasidenin ayrıntılı değerlendirmesi Şinasi’nin getirdiği kavramları ve onlarla örülmüş dönemin zihniyet dünyasını bize açacaktır. Unutmayalım ki, bu en çok bilinen kasidede Newton’dan dahi söz açılmaktadır.)
Ana mesele bilinen, tanınan ve tartışılan bu kavramın uygulanmasıydı. Yeni Osmanlılar da Jön Türkler de kavrama hakimdiler ama çok çeşitli nedenlerle onu uygulamaktan kaçındılar. O imtiyaz Atatürk’ündür. Atatürk, gene ilk kez Şinasi’nin muğlak şekilde dile getirdiği ‘halk’ (‘ahali’ diyordu) kavramını somutlaştırıp ‘halkçılık’ yapan İttihatçı geleneğinden geliyordu. Arkasında ‘fikirlerimin babası’ dediği Ziya Gökalp vardı ve Gökalp halkçılık görüşünün kuramcısı ve savunucusuydu. Halk kavramı egemenliğin halka ait olduğu görüşünü epey destekledi. Cumhuriyetin konuşulup egemenlik-halk ilişkisinin bilinmemesi olanaksızdı. Halkçılık bu ilişkililik halini güçlendirdi.
1923’e gelindiğinde şartlar fikir olarak olgunlaşmıştır. O kadar ki, Mustafa Kemal Paşa Nutuk’ta anlatır. Rütbelerini terk etmiş sadece TBMM Reisidir ve 1921 Anayasasının ilk taslağını Erzurum’daki 19. Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa’ya iletmiştir. Kazım Paşa hızla cevap verir, “aman” der; eşraftan bir heyet ziyaretine gelmiş, anayasanın cumhuriyet ‘yapacağından’ korktuklarını bildirmiştir. Kazım Paşa da besbelli ki korkanlar arasındadır. Kemal Paşa uzun mu uzun telgrafında bu görüşü reddeder. Paşa zamanlama ustasıdır, yayını germektedir. Bir adım ötesine gidelim: Bilal Şimşir’in İngiliz Belgelerinde Atatürk kitabında yer alan ve Anadolu’dan Londra’ya gönderilen bir telgraf açıkça yazar: “Bunlar bir Anadolu Cumhuriyetine doğru ilerliyorlar. Size tarihini de vereyim: 17 Eylül 1919.”
Nihayet 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilir. Öncesinde siyasi bir kriz yaşanmıştır. Dönemin gazeteleri bu haberle doludur ve bazı makaleler bu işin sonunda cumhuriyet geleceğini yazmaktadır ki, öngörü doğru çıkar. Cumhuriyet ansızın ilan edilir. Mustafa Kemal, hayati bir manevrayı daha siyasi ve askeri dehasıyla başarmıştır. O kadar önemli bir hamledir ki bu, Meclis’te İkinci Grup adı altında Mustafa Kemal’e muhalefet eden Millî Mücadeledeki komuta heyetinin mensupları (Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar) bile cumhuriyete değil ilan ediliş şekline karşı olduklarını açıklar. Karar onların bulunmadığı bir mecliste alınmış, uzun bir tarihin ilk dönemi tamamlanmıştır.
***
Bu tarihe eklenecek iki şey var. Birini belirttim, cumhuriyet bir gecede düşünülmüş bir yönetim biçimi değildir. Geçmişi vardır. Ayrıca uzun uzun yazılabilir bu serüven ki, hayır, henüz yazılmamıştır. İkincisi ise benim açımdan daha önemli: Cumhuriyetin bizde ‘devlet yönetimi olarak’ ifade edilişi.
Anayasayı okursanız birinci maddede ‘Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir’ der. Bu madde çok kıyamet koparmıştır. Halen de öyle. Beni başka yönleri ilgilendiriyor. Mesela hemen toplumun ‘huzuru’ (Amerikan anayasasında ‘mutluluğu’ deniz, 12 Eylül sonrasında yapılan anayasa elbette ‘huzur’ diyecekti ve ne anlama geldiği bellidir) kavramının zikredilmesi, ardından milli dayanışmaya geçilmesi, Atatürk milliyetçiliğinden söz açılması, sonra ‘başlangıçta belirtilen ilkelere (?) dayanan’ denmesi ve nihayet devlet sözcüğünün büyük harfle yazılması. Bu imla kendiliğinden değil. 1981 Anayasası generallerin yaptı(r)dığı devlet öncelikli haydi öyle söyleyeyim Hobbescu bir anayasa idi. Bir kere bunu açık açık bilelim ve hiçbir komplekse de kapılmayalım.
Ama daha da dikkat çeken bir husus var. ‘Türkiye Cumhuriyeti...devleti’ deniyor. İşte bu nokta üstünde oldum bittim düşünürüm. Bir cumhuriyet nasıl ‘devlet’ olabilir? Cim karnında bir nokta mesabesindeki tarihini şurada kaydettiğim cumhuriyet halk kavramıyla iç içe değil midir, antik Roma’dan beri? Latincede ‘publica’dan türemiş ‘res publica’ sözcüğünden gelmiyor mu? Bu işin başlangıcındaki ‘sistem’ bile kendisini en fazlasından Roma Cumhuriyeti diye tanımlıyordu, Roma Cumhuriyeti Devleti demiyordu, değil mi? (Bir saptama: Platon’un meşhur kitabı bize Devlet diye çevrildi. Özgün adı Politeia. Anglosaksonlar bunu Cumhuriyet diye tercüme ettiler. Buyurun!...) Dünyanın hangi cumhuriyetinde ‘devlet’ vurgusu vardır? Berbat ‘halk cemahiriyesi’ tanımlarını gördük. Yönetim olarak korkunçtular ama ifade edilişleri doğruydu.
Şimdi gelelim meselenin bam teline: Hem cumhuriyet hem devlet olmaz. Bir ‘devletin’ cumhuriyeti olmaz. Cumhuriyet halkındır. Siyaset bilimi derslerinde öğrencilere öğrettiğimiz bir bilgi var: siyaset (ki, Arapçada ‘seyis’ yani ‘at terbiyecisi’ sözcüğünden türemiştir, Asyatik Türklerde de ‘atgalma’ siyaset demektir ve gene at sözcüğüne referanslıdır) iktidar ilişkilerini irdeler ama siyasetin tarihi devletle toplumun çatışmasıdır. Modern devlet minimal, büsbütün geriye çekilmiş ve sivil toplum başta olmak üzere halka en geniş yeri açmış devlettir. Halkla devlet uyum içinde olabilir, olmalıdır da, bu onların arasındaki ‘kontrat’la ilgilidir, siyaset o uyumu kurma sürecidir ama cumhuriyet halkın egemen olduğu, karar alma yetkisinin halka devredildiği yönetimdir. Bir devlet cumhuriyet rejimiyle yönetilebilir ama devlet cumhuriyet olamaz. Orada bir sorun mevcuttur. Bu cumhuriyet meselesinin bugünkü ‘şedit’ savunucusu olan Fransa’da da resmi ad: République Française: Fransız Cumhuriyeti (dikkat: ‘Fransa’ değil!...) Hep diyorum ya, buyurun...
Neden derseniz çünkü bizdeki halinde devlet cumhuriyeti kontrol ediyor demektir, hatta doğrudan doğruya devletin cumhuriyeti demektir. Nasıl olacak bu? Dünyada her şey tevil edilebilir. Bu kavram da edilebilir ama orada duralım. Bu hal bizim kendi toplumsal ve siyasal dinamiklerimizden türeyen bir sonuçtur. Türk Siyasetinin Yapısal Analizi kitaplarının 1. cildinde bu konuyu enine boyuna irdelemiş, bizde siyaseti ‘Tarihsel Blok’ diye nitelendirdiğim ‘ordu-bürokrasi-aydınlar’ ittifakının kurduğunu, halkın işin içinde olmadığını belirtmiştim. Cumhuriyet de desek durum budur. Önemli değil. Su kendi yolunu bulur, halk öne çıkar. Ecevit’in 1965’ten başlayan ve 1970’lerde en üst noktasına ulaşan ‘halkçılık’ çağrıları bu nedenle çok önemliydi. Bir tür ‘restorasyon’ talebiydi o. Halk ve egemenlik ilişkisinin yeniden anımsatılmasıydı.
Cumhuriyet demokrasiye bu ilişkiyle dönüşür. Halkın şu veya bu şekilde gerçekten hâkim olduğu rejim özünde demokrasidir. Demokrasi cumhuriyeti zorunlulukla gereksinmez (unutmayalım: Amerika cumhuriyetçi gelenekten türerse de kendisini daima ‘demokrasi’ olarak tanımlar) ama cumhuriyet demokrasiye muhtaçtır. O da halkın, sivil toplumun, minimal devletin açtığı alanda sağlanır.
Yaşasın Cumhuriyet!...