“Oyun düzen yaratır, oyun düzenin ta kendisidir” Johan Huizinga
Son dönemde yaşamın bir oyun olduğu gerçeğini yansıtan iki eser yayınlandı. Bunlardan birisi Netflix’in ses getiren Kore yapımı dizisi ‘Squid Game’ diğeri ise Türkiye’de ‘Gerçek Kahraman’ adıyla yayınlanan ‘Free Guy’ filmi. Squid Game şiddetin pornografisini yansıtan ve üzerine kitap yazılabilecek bir dizi. Oyunsu bir düzen içinde hayatta kalma savaşı veren kahramanların hikâyesini anlatıyor dizi. Sel felaketleri, orman yangınları, göç dalgaları ve Korona sürecinde ölüm korkusu ile travmatik zamanlar yaşayan insanlığın dikkatini fazlasıyla cezbetmiş durumda. Netflix sıralamasında tüm dünyada listelerde bir numara. Bu ay üzerine zaten çok sayıda yazılan diziden bahsetmeyeceğim. Fakat yaşamın bir oyun olduğu kavramı üzerine eserlerin ortaya konması kolektif bilincin bir yansıması olsa gerek diye düşünüyorum! Siz ne dersiniz?
İnsanlığın uyanışına kendi naçizane katkımı sunmak üzere ‘Rol Arkadaşım Olur musun?’ adlı kitabımdan yola çıkarak bir web sitesi ve app projesi üzerinde çalışıyorum. Bu projeler için yaptığımız toplantılarda üzerinde sıkça durduğum konuları en güzel şekilde yansıttığını düşündüğüm ‘Gerçek Kahraman’ filmini ele alacağız. Filmin dehlizlerine girmeden önce sanal gerçeklik, yaşam senaryosu üzerine yine Şalom’da kaleme aldığım ‘Simülasyon Evreni 1’ ve ‘Simülasyon Evreni 2’ başlıklı yazılarımı okumanızı tavsiye ederim. Önceki yazılar genel konsept hakkında fikir sağlayacaktır.
Yönetmenliğini, ‘Stranger Things’ dizisiyle önemli bir başarı yakalayan, Yahudi asıllı Shawn Levy’nin yaptığı ‘Gerçek Kahraman’ filmi 13 Ağustos’ta yayınlandı. Başrollerinde Ryan Reynolds ve Jodie Comer’ın yer aldığı film, dünya çapında popüler ‘Free City’ adlı bir bilgisayar oyununda, sıradan bir arka plan karakteri olduğunu keşfeden kahramanın uyanış ve özgürlük mücadelesini anlatır. Kahramanımız bir banka çalışanı olan Guy’dır. Guy her gün aynı gömleği giyip, aynı şekilde uyanan, aynı kahveyi sipariş edip, aynı işe giden, herhangi bir sürprizle karşılaşma olasılığı olmayan birisidir. Oyun her açıldığında kahramanımız tıpkı West World dizisindeki Dolores gibi güne hep aynı şekilde başlar. İlk yaptığı şeylerden birisi kendi içinde bulunduğu durumun mükemmel bir metaforu olan fanustaki balığını selamlamaktır. Her türlü suçun işlendiği, kanunsuzluğun ve şiddetin kol gezdiği ‘Free City’ sokaklarında ‘güneş gözlüğü takmayanlar’ yani Guy ve onun gibi sıradan karakterler arka planda yer almaya mahkûmdur. Var olmaları boşluk doldurmaktan daha fazla bir önem taşımamaktadır. Onlardan istenen sadece düzene ayak uydurmaları ve soru sormamalarıdır. Varoluş amaçlarını sorgulamamaları ve onun arayışının peşine düşmemeleri haricinde herhangi bir şey beklenmemektedir ‘Free City’ vatandaşlarından. Ancak Guy’ın sıradan hayatı gerçek dünyadan oyuna bir avatar aracılığıyla giren Millie’yi görmesiyle değişir. Aşk’ın ya da ‘Kutsal Dişi’nin (Kundalini) peşinde yaptığı yolculuk gözlerinin açılmasında ve farkındalık kazanmasındaki ilk fitili ateşleyecektir. Bu farkındalık süreci Joseph Campbell’in ortaya koyduğu ve kitabımda detaylı olarak anlattığım ‘Kahramanın Yolculuğu’ kavramının mükemmel bir yansımasıdır aslında. Güneş gözlüğü takması yani aydınlanması ile birlikte yaşadığı dünyanın aslında bir bilgisayar oyunundan ibaret olduğunu fark eder. Gerçeklik algısının sarsılmasıyla birlikte dünyası tamamen değişen Guy’ın hayatı oyunu aşma peşinde heyecan verici bir maceraya dönüşecektir!
Yuval Harari ‘Homo Deus’ (Tanrı İnsan) kitabını yazmadan önce 1938 yılında çok ses getiren ve etkisi günümüze kadar gelen bir kitap yayınlandı; ‘Homo Ludens’ yani ‘Oyuncu İnsan’. Hollandalı filozof ve tarihçi Johan Huizinga kitabında ‘homo sapiens’ (bilge insan) ve ‘homo faber’in (alet yapan insan) karşısına ‘homo ludens’i (oyun oynayan/oyuncu insan) çıkarır çünkü ona göre ‘oyun’, tüm edimlerden hatta kültürden de eskidir. Ona göre oyun bir kültür yapıcıdır ve aslında tüm düzen oyunlar üzerine inşa edilmiştir. Dünyaca ünlü oyun yazarı William Shakespeare'in ‘Size Nasıl Geliyorsa’ adlı eserinde ‘İnsanın Yedi Çağı’ adlı bir şiir vardır. Bu şiirinde şair benzer bir bakış açısını yansıtır: “Bütün dünya bir sahnedir, bütün erkekler ve kadınlarsa sadece birer oyuncu; Girerler ve çıkarlar; bir kişi birden çok rolü oynar, bu oyun, insanın yedi çağıdır.”
Shakespeare’in dünyayı bir oyun sahnesi olarak gören bu sözleri ‘Kadim Hint Felsefesi’ ile birebir uyumludur. Çünkü bu felsefeye göre tüm kozmos insanın Samsara adı verilen acı ve haz döngüsü içinden çıkıp aydınlanmaya ulaşması için Tanrı’nın oyununu oynadığı bir sahnedir. Bu kavram Sanskritçede ‘Lila’ olarak adlandırılır. Lila oyun ve drama anlamlarına gelmektedir. Biz bunu kısaca ‘Tanrısal Oyun’ olarak adlandırabiliriz.
Başta Hindistan olmak üzere dünyanın birçok kültür ve coğrafyasında dünya yaşamının bir illüzyon, bir oyun olduğundan bahsedilmiştir. Anadolu’da Sufi kültüründe de tıpkı Platon’un ‘Mağara Alegorisi’nde ifade edildiği gibi yaşamın bir düş olduğundan bahsedilir. Bu kavramın karşılığını artık Inception, Matrix gibi modern filmlerde de görebilmekteyiz. İçine girdiğimiz dijital çağ ise bu konseptin tam bir yansımasıdır.
Yaşamın kuralları sanal dünyaya göre yeniden dizayn edilmekte, simülasyon dünyası ile gerçeklik arasındaki çizgi iyice silikleşmektedir. İçinde bulunduğumuz süreç ve ortaya konan eserler otellerde müşterisini uyandırmak için yapılan uyandırma servisini hatırlatmaktadır! Peki, siz uyanıp oyunu aşmaya hazır mısınız? Esas soru bu!