1984 doğumlu Magali Mougel, Strasburg Üniversitesi Sahne Sanatları Bölümünde uzun yıllar eğitmenlik, Strasburg Ulusal Tiyatrosunda editörlük yapmış, 2014’ten itibaren tamamen oyun yazarlığına yönelmiş. Oyunları birçok dile çevrilen Mougel, yurttaşı Florian Zeller ile birlikte, genç Fransız edebiyatının en önemli yazarlarından biri olarak kabul görüyor.
Moda Sahnesinin bu sezon ilk fiziksel yapımı ‘Suzy Storck’ küçük evinde, kocası ve çocuklarıyla sıradan bir hayat sürdüren bir kadının öyküsü. Artık çalışmayan, doğurduğu üçüncü çocuğuyla ilgilenen, günün olması gerektiği gibi geçmesi için tüm gerekenleri yapan Suzy, toplumsal uzlaşmanın kendisini zorladığı hareketleri bir robot ya da kurulmuş bir kukla gibi tekrarlar: Çamaşırları yıkamak, kolunu kaldırmak, diğer kolunda ağlayan bebeği emzirmek, kahve makinesini ya da ekmek kızartıcısını çalıştırmak. Ama, bir 17 Haziran gecesi, bir türlü batmayan güneşin, sıcağın ya da tekrarlanan hareketlerin giderek öz benliğini parçalamaya başladığını fark eden Suzy olanaksız bir dikkatsizlik yapar. Onu geçmişine götüren, vazgeçişlerinin farkına vardıran, hakiki arzulara göre yaşamaktaki aczini dile getirtecek bir anlık dikkatsizlik.
Evliliğin ya da ailenin boyunduruğundan kurtulmak amacıyla gündeliğin mekanizmasını parçalamaya çabalayan bu ev kadınının geri alınamaz özgürleşme eylemi, aile içi mahrem anlaşmazlıkların ulaşabileceği trajik sonuçla, Antik Yunan tragedyalarının boyutuna ulaşır. Mougel, oyunun klasik tragedya ile bağlantısını yadsımak bir yana, metne, elinde mikrofonu olayları ayrıntılı olarak anlatan ve /veya yorumlayan, antik tragedyaların korosunu simgeleyen bir karakter de katar ki, Moda Sahnesinde oyunu yöneten Kemal Aydoğan, koro /anlatıcı rolünü üstlenen Çağlar Yalçınkaya’ya antik Yunan giysilerini anımsatan stilize bir kostüm giydirerek bunu daha da belirgin hâle getirir.
Suzy’nin tragedyası, aşkının uğruna tüm köprüleri yakarak peşine takıldığı İason, Korintli Yunan bir prensesle evlenmek için onu terk ettiğinde oğullarını öldürerek intikam alan Kolhis prensesi büyücü Medea'nın trajedisi değildir. Antik koronun yerini tek silahı mikrofon olan bir anlatıcının alması gibi, değiştirilemez tanrısal kaderin yerini de günümüzün kaçınılmaz toplumsal gereksinimler, mahalle baskıları almıştır. Suzy’nin trajedisi, düşlerini, en derin arzularını, mantıklı ve yasal olsalar da tüm heveslerini erkek egemen toplum düzenine feda ettikçe, gündeliğin içine kayarak azar azar yok olduğunu fark etmesindedir.
Koronun zamanın 17 Haziran 2017 saat 22.37 olduğunu belirtmesiyle başlayan oyun, iki oğlunu üst kattaki odaya kilitlemiş olan, mutfağının hâlâ ışıl ışıl akşam güneşinin ışıklarını alan penceresinden dışarıya bakarak şarap içen, Suzy’ye yönelir. Eve gelen annesinin kızını sert biçimde azarlayarak onu tokatlamasından itibaren ‘Suzy Storck’, tersine çevrilmiş bir kronolojiyle birey olarak inkâr edilmiş bir kadının, tek çıkış yolunun trajik ve insanlık dışı bir biçimde ortaya çıktığı dramını yeniden inşa eder.
Suzy, bir tavuk çiftliğinde çalışırken ileride kocası olacak Hans Vasilly Kreuz ile tanışır. Aralarındaki yakınlaşma giderek sevgiye ve evliliğe dönüşür. İşini kaybeden Suzy bir bebek butiğinde çalışmak için görüşmeye gider. Butiğin yöneticisine çocuk sevmediğini, hiçbir zaman çocuk yapmayı istemediğini, ancak bunun profesyonel başarısını etkilemeyeceğini belirtirken, görüşmeye beklenmedik şekilde Hans katılır. Oyunun bu kilit sahnesinde adam aslında sadece çocuk sahibi olmanın kadının doğal sorumluluğu olduğunu anlatmaya çalışmaktadır ama, belki farkında bile olmadan karısına toplum ve mahalle baskısının tüm zorbalığını dayatmaktadır.
Koronun da belirttiği gibi “Suzy Storck hayatında ilk kez kendini salıverir”, evcilleşir, doğurur, bir daha ve bir daha doğurur, sıradan bir rutine girdikçe azar azar ağır bir depresyona teslim olur. Ne annesi ne de kocası, anlayışsızlıkları ve iletişimsizlikleriyle, onun duygularının ve içinde kopmakta olan fırtınanın şiddetini anlayamazlar.
Çocuk sahibi olmak, çocuklarını sevmek, onları korumak kadının kaderi midir? Mutlak görevi annelik midir? Fransız taşrasının insanlarının geleceğinin yüzyıllarca önceden belirlenmiş bu yöresinde Suzy Storck, toplumun kendisine biçtiği modele uyum sağlamak, kocasının doğal kabul ettiği kalıba girebilmek için birkaç sene içinde hiçbirini istememiş olduğu, büyük olasılıkla da sevemediği üç çocuk doğurur. Umutsuz, hem ürkünç hem de belirli saygınlığa sahip bir kişi olarak Suzy, Medea gibi eline bir bıçak alıp çocuklarını kesmez ama, onları yan yana bir duvara dizip öldürmeyi tahayyül eder. Hans, İason gibi karısından bıkmış, gözü dışarıda biri değildir, hatta Suzy’yi gerçekten sevdiği bile söylenebilir. Hans, ‘erkek’ olarak ev işlerine destek vermeyen, karısının her yaptığını eleştirmekten, onu durmaksızın aşağılamaktan neredeyse bilinçsizce haz duyan sıradan bir ‘koca’, ‘iyi bir baba’dır. Toplumun kendisine biçtiği ve ‘normal’ karşıladığı bu rolü oynarken de İason’dan daha kötücül olduğunun farkında bile değildir.
Suzy Storck’u canlandıran Reyhan Özdilek, Mougel’in, sert, güçlü ve radikal metnini Türkçeye kazandırırken, leitmotiv gibi kendini tekrarlayarak kaybolur gibi yaparken yolunu ustalıkla bulan şiirselliğini yansıtmayı başarmış. Kemal Aydoğan, oturma düzenini iki karşılıklı amfiye alarak Suzy’nin öyküsünü onunla iç içe yaşatmayı, ortada olanların sadece onun değil, karşılıklı bakıştığımız bizlerin de öyküsü olduğunu her an anımsatmış. Hans’ın görsel olarak müthiş edepli, düşünsel olaraksa müthiş rahatsız edici ve itici “Suzy’nin içine boşalma” sahnesi, Hans’ın koreografisi ve Suzy’nin edilgin hareketsizliğiyle usta işi sahnelemesinin kanımca doruk noktası.
Çağlar Yalçınkaya, yerinden hiç ayrılmadan oyunu ustalıkla bir protokol şefi gibi anlatıp yönlendirirken, minik ve etkileyici bir dönüşümle Suzy’nin çocuklarına da başarıyla ses veriyor.
Aybanu Aykut, annenin iyi niyetinin nasıl bilinçsizce yıkıcı olabileceğini doğallıkla yansıtırken, etkileyici biçimde butik yöneticisine de dönüşüyor.
Sahneye ilk çıktığından beri çok başarılı bulduğum, her rolüyle daha da ustalaştığını izlediğim Mert Şişmanlar, Hans’a müthiş inandırıcı bir yorum getiriyor.
Reyhan Özdilek, Suzy’nin tüm kuşkularını, tüm isyanını, kalbinin, ruhunun ve bedeninin paramparça oluşunu depresyonun duygusuzluğunu gıdım gıdım aşan minimalist dokunuşlarla izleyicinin ta yüreğine aktarıyor.
Sonuç olarak, günümüzde kadın olma durumuna odaklanan, başkişisi kadın olan, ataerkil baskıyla tüm özlemleri öğütülmüş bir kadının pasif ama yıkıcı tepkisini müthiş ustalıkla yansıtan, bir kadın tarafından yazılmış, çok iyi sahnelenmiş, çok iyi oynanmış bir kadın oyunu. Mutlaka izlenmeli, 20, 23 Ekim ve sezon boyunca Moda Sahnesinde.
kumbaracı50’de
‘Demiryolu Hikâyecileri’
“Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?”
Oğuz Atay
Pandemi sonrası yoğun bir çalışmaya girişen altıdan sonra tiyatro, müthiş başarılı ‘Cyrano Kabare’yi büyük mekânlarda sahnelemeyi sürdürürken (24 ve 25 Kasım CKM), daha küçük mekân için tasarlanmış yeni fiziksel yapımlarını da kumbaracı50’de seyirci karşısına çıkarmakta
Yiğit Sertdemir, Oğuz Atay’ın öykülerinin toplandığı ‘Korkuyu Beklerken’ eserindeki ‘Demiryolu Hikayecileri’, ‘Unutulan’ ve ‘Beyaz Mantolu Adam’ hikayelerini sahneye uyarlar, yönetir ve anlatıcı karakterini üstlenirken, çağcıl bir meddah olarak parlak bir iş çıkarmanın yanında, yazarın zekâsı ve ironik dili aracılığıyla okuyucusu ile kurduğu yalın ilişkiyi sahne üzerinde koruyarak, Atay’ın zamanında ihmâl edilmiş olan ustalıklı hikâyeciliğini de öne çıkarır. Gerçekten de romancılığıyla edebiyatımızda derin bir iz bırakmış olan Oğuz Atay’ın öykücülüğü nedense romancılığının gölgesinde kalmış, hikâyeleri yeteri ölçüde değerlendirilmemiştir. Hâlbuki, keskin ve kendine has dili, derin tahlilleri, ince dokunuşları romanlarında olduğu gibi tüm hikâyelerinde de hissedilmektedir.
Konuyu kısaca özetlersek, ‘Demiryolu Hikâyecileri’, savaş yıllarında, bir demiryolu istasyonunda yazdıkları hikâyeleri yolculara satarak geçinen üç hikâyecinin (anlatıcı, genç Yahudi ve genç kadın) zaman içerisinde birbirlerinden, kendilerinden, okurlarından, hayattan kopmalarının ve yeteneklerinin aşınmasının hikâyesidir.
Üç hikâyeci de tren istasyonunda birer kulübede kalırlar, istasyon memurları gibi yerleşik olduklarından kendilerini oranın memuru gibi görürler, ancak ücretlerini devlet memuru gibi değil, yazdıkları hikâyeleri trendeki yolculara satarak geçimlerini sağlamaya çalışırlar. Üçü de gündüzleri uyur, akşama doğru uyanıp hikâyelerini gece yarılarına kadar yazar satışlarını da genelde gece yarıları gelen ekspres trenindeki yataklı yolculara yapmaya çalışırlar. Anlatıcı, hikâye yazarak geçimin sağlanmasının zorluklarını derinden hissettirir. Zamanla, bir yandan sanatın pek de saygı görmeyen, sadece diğer satıcılar geceyi beklemedikleri için para getiren bir “meta” olarak görülmesi, diğer yandan okuyucuların basmakalıp ve modası geçmiş bularak hikâyeleri beğenmemeye başlamalarıyla satışlar giderek zora girer. Genç Yahudi’nin hastalanıp hikâyelerini yazamaz duruma gelmesi, anlatıcıyla aşk yaşayan genç kadının bezginleşmesi sonucu anlatıcı ikisinin de hikâyelerine yardım etmek durumunda kalır. Giderek savaşın bitip bitmediğinden, hatta savaşın nerelerde geçtiğinden bile haberi olamayan anlatıcının düşünceleri bulanmaya başlar, hikâyelerinde geçen kelimeler dışındaki kelimeleri unutur. Ekspresin artık haftada bir istasyona uğraması ve genç Yahudi’nin ölümüyle tamamen kendi hayal dünyasında sıkışıp kalan anlatıcı, genç kadının da gitmesiyle iyice yalnızlığa düşer. Sonunda tren de uğramamaya başlayan istasyonda tek kişi olarak kalsa da hikâyelerini yazmaya devam eder…
Yiğit Sertdemir, anlatıcıyı müthiş bir inandırıcılıkla canlandırır, sözcükleri unutmasını, konuşmakta zorlanmasını neredeyse izleyicinin kendi dilinde hissetmesine sebep olur. Bu olağanüstü performansı unutulmaz kılan bir diğer öğe de sahne ve kostüm tasarımını üstlenmiş olan Candan Seda Balaban’ın beyaz mantosu ve sepet kafalı kostümden oluşturduğu genç kadının benzersiz kuklasıdır.
Mutlaka izlenmeli. 29 ve 30 Ekim ile 12 ve 13 Kasım kumbaracı50’de, 29 Kasım Baba Sahne’de.
Sağlıklı seyirler dilerim.