Bir hikaye duymuştum. Hikaye şöyleydi:
Ekonomik olarak zorlanan, ailesine yemek almakta zorlanan birinin karşısına bir gün bir fırsat çıkar. Derler ki: “Çok uzaklarda bir adada her yer pırlanta dolu, bir sene orada kalmak şartıyla seni bir kereye mahsus oraya götürebiliriz, bir sene içinde toplayabildiğin kadar pırlanta toplarsın, sonrasında da döner pırlantaları satar aileni hayatının sonuna kadar rahatça geçindirirsin.” Bunu duyan adamın gözleri parlamış. Ailesiyle konuşmuş, hemfikir olunca hızlıca teklifi kabul etmiş. Kısa zaman sonra yola koyulmuş. Uzun yolculuğun ardından adaya varmış ve bakmış ki gerçekten de her yer pırlanta dolu. Gider gitmez başlamış toplamaya. Bir pırlanta, iki pırlanta derken ilk günden toplamaya koyulmuş bile. Oradakiler demiş ki “Ohoo daha bir senen var, şimdiden toplayacaksın da ne olacak, gel biraz buranın güzelliklerinden faydalan, sonra dönmeden toplarsın.” Bizimki düşünmüş: “Hakikaten de öyle, şimdi toplayacağım da ne olacak, daha dönmeme var, toplarım zamanla, daha zamanım var.” Bakmış orada balıklar nefis, herkes balık toplama peşinde. Başlamış avlanmaya, oradan buradan toplamaya. Her gün biriktirmiş balıkları buzluğa. Gel zaman, git zaman, beklediğinden çabuk gelmiş dönüş zamanı. Neredeyse yüz buzluk dolusu balık ve ilk gün topladığı iki adet pırlanta. Bakmış tekneye balıkları sığdıramayacak elemeye başlamış. “Aman” demiş, “Ne yapacağım bu taş parçalarını, alabildiğim kadar balığı doldurayım cebime, artık ne kadar olursa.” Bırakmış pırlantaları, yolda da leş gibi kokan ceplerini boşalttırmışlar, aynen gittiği gibi dönmüş ailesinin yanına. Varır varmaz aklı başına gelmiş ama nafile, bu gidişin dönüşü yok…
Şimdi ben de size soruyorum, amaç neydi?
Başka bir hikayeye geçiyorum hemen. Bir öğretmen bir gün derse elinde bir kavanozla gelir. Bütün öğrencilerin dikkatini topladıktan sonra içine iri iri taşlar yerleştirmeye başlar. Kavanoz daha fazla iri taşlardan alamayacak kadar doldurur. Öğrencilere sorar, “Kavanoz doldu mu?” Öğrenciler hep bir ağızdan cevap verir “Doldu”. Öğretmen “Yanılıyorsunuz” der ve masanın altından çıkardığı çakıl taşlarını aralardaki boşluklara doldurur. Daha fazla çakıl taşı giremeyince öğretmen tekrar sorar, “Bu sefer doldu mu?” Bu işte bir iş olduğunu anlayan öğrenciler cevap veremez. Öğretmen masanın altından çıkardığı bir torba kumu kavanoza boşaltır, kapağı kapatır, güzelce sallar, aralarda hiç boşluk kalmadığından emin olur. Tekrar sorar, “Şimdi doldu mu?” Bu sefer kesin dolduğundan emin olan öğrenciler yine hep bir ağızdan “Evet!” diye onaylar. Öğretmen güler, bu sefer de masasının altından bir bardak su çıkarır ve kavanoza doldurur. “Şimdi sizlere soruyorum” der, “Bunu size göstermekteki amacım neydi?” Sınıfın en zeki öğrencilerinden biri çıkar ve der ki: “Hayatta da bu kavanozdaki gibi her zaman daha fazla yapabileceğimiz şeyler vardır.” Öğretmen yine gülümser ve öğrencilerine şefkatlice bakar ve açıklar “Kavanozun altına en büyük taşları diğerlerinden önce koymazsanız, büyük taşlar girmez”. Şimdi ben de size yine soruyorum, büyük taşlarınız neler? Amaç ne?
Son hikayeye geçiyorum. Bunu belki duymuşsunuzdur. ‘Alice in Wonderland’de Alice bir yol ayrımına gelir. Bir sağdaki yola bakar, bir soldaki yola bakar; bir türlü seçemez. Telaş içinde yanındaki kediyi fark eder. Ona sorar: “Hangi yoldan gitmeliyim?” Kedi hemen cevap verir: “Nereye gitmek istiyorsun?” Alice, kafası daha da karışık, cevap verir: “Bilmiyorum…” Kedi de der ki: “Nereye gitmek istediğini bilmiyorsan, hangi yola saptığının ne önemi var?” Şimdi ben son kez size soruyorum, nereye gitmek istediğinizi biliyor musunuz? Amacınız ne?
Şalom’daki ilk yazımı yazarken bunun uygun bir konu olduğunu düşündüm. Amaç ne? Benim hedefim, düşündürmek. Nereye varmak istediğimizi düşünmeye çok az mesai harcadığımız bu hayat yolculuğunda, ilk sorgulamak istediğim de bu aslında. Adadan dönüp pırlanta yerine balık toplayıp, cebimizde kötü kokularla dönmek yerine, kavanozumuzu kumla doldurup taşları koymaya geç kalmadan düşünelim istiyorum. En azından kendim öyle yapmaya çalışıyorum.
Bunu da belirli bir kalıp veya düşünce sistemine uyarak değil, kendi içimizdeki tartma mekanizmasını kullanarak yapmamız gerektiğine inanıyorum. Burada kalıplaşmış fikirleri sorgulayıp hep beraber bize ne uyuyor onu düşünelim istiyorum. Bugüne kadar böyle geldim böyle giderim diyenleri şaşırtmak, bizden geçti diyenleri uyandırmak, benim için erken diyenleri harekete geçirmeyi arzuluyorum. Ve sizleri bir soruyla kendiniz için düşünmeye davet ediyorum. Sizin değerleriniz neler? PwC’de şirket danışmanlığı geçmişimde, yönetimleri ilk önce şirketlerin amacını anlamaya ve sorgulamaya davet ederdik, ondan sonra o amaca ulaşmak mümkündür. Eminim Einstein’e hayatın formülü nedir deseler, çok basitçe şöyle söylerdi: Hayatının amacını bul ve ona giden yollara git, gitmeyen yollardan uzak dur. Çok basit. Tabi uygulaması da bir o kadar zor. Ama bu soruyu hiç sormazsak, imkansız. En azından zoru başarmanıza imkan tanımak için, bu hafta şöyle bir bakın bakalım, sizin şimdiye kadarki hayat birikimleriniz ne yönde, neler başarmışsınız, neleri hala kendinizde değiştirebilirsiniz, değerleriniz neler? Bütün bunları da özşefkatli bir farkındalıkla yapalım, olmaz mı?