Çeşitli gazeteci ve yazarların makaleleri ve yazdıkları kitaplardaki Arap dünyasının son dönemlerdeki durumu hakkındaki tespitlerini derledik.
El Arabiye haber kanalının Washington Büro Şefi Lübnan kökenli Amerikalı gazeteci Hisham Melhem, halkının son dönemlerdeki durumu hakkında çarpıcı bir tespitte bulunmuş, 2014 Eylül’ünde yayınladığı bir makalede…
“Tanıdığımız Arap uygarlığı tamamen yok oldu. Arap dünyası bugün, Osmanlı döneminden bu yana, daha hiddetli, daha istikrarsız, bölünmüş, aşırı uçlarda seyreden bir görünüme sahip.”[1]
Melhem’i bu tespite zorlayan nedenler, Arap ülkelerinde görülen katliamlar, toplu tecavüzler, alkışlarla karşılanan kadın hakkı ihlalleri, kısıtlamalar, paha biçilmez kültürel eserlerin tahribi, iç savaşlar, devletleri teslim alan kanlı çetelerin hesaplaşmaları, halkın karşı karşıya bırakıldığı vahşettir.
Ve devam ediyor: “Modern Arap tarihi ile ilgili her türlü umudumuz yerle bir edildi. Siyasi yetkilendirme sözü, siyasete dönüş, insan onurunun onarılması… Bunlar Arap Baharının ilk dönemlerinde dillerden düşmeyen kavramlardı. Bu söylemler, beklentinin aksine, iç savaşların, etnik, mezhep parçalanmaların, bölgesel çatışmaların, hem askeri hem de geleneksel anlamda mutlakiyetin yeniden itibar kazanmasının yolunu açtı. Körfez Emirlikleri ve belki de Tunus istisnaları dışında, Arap dünyasında fark edilebilen bir meşruiyetten artık söz etmek mümkün değil…”
Arap ülkelerinde ve bir adım öte, İslam âleminde öne çıkan hangi şartlar, siyasete katılma, refahı iyileştirme, insan onurunun onarılması gibi gerçekçi taleplerin iflasına vesile olmuş olabilir?
Ünlü tarihçi Bernard Lewis, ‘Hata Neredeydi?’[2] adlı kitabında konuyu enine boyuna irdeler. Kitap, 11 Eylül saldırıları öncesinde kaleme alınmış ancak, bundan sonra, Ocak 2002’de yayınlanmış. Dolayısı ile konuya bakış açısı olayların etkisi altında kalmamış. The Atlantic Dergisinin aynı ayki sayısı için Lewis, kitabının konusunu paylaştığı tanıtıcı bir yazı kaleme almış. Oradan okuyalım:
“Yirminci yüzyılın özellikle ikinci yarısı Ortadoğu’da işlerin iyi gitmediğine şahit oluyordu. Tüm İslam âlemi, bin yıllık rakibi Hıristiyan âleminden farklı olarak, daha yoksul, daha güçsüz, daha cahil kalmıştı. Batının üstünlüğü ve dolayısı ile tahakkümü alenen görünüyordu. Bu, yalnız halk için değil, ne acıdır ki, Müslüman birey için de geçerliydi.
Ekonomik gelişmişlik, okuryazar oranı, bilimsel başarı gibi modern dünyanın standartlarına göre, bir zamanların güçlü İslam âlemi çökmüştü… Ortadoğu’daki pek çok kişi bu durumla başa çıkamamanın suçunu kimi dış güçlere atar.”
Ebrahim Afsah
İstisnacılık
Uluslararası kamu hukuku öğretim üyesi Ebrahim Afsah[3] bunu Ortadoğu’daki İslam istisnacılığı olarak tanımlıyor. Kimine göre, İslam - ya da Arap alemi ile mi kısıtlamalı, bilemedim? - istisnacılığı, demokrasi karşıtı kültürel ve dini etkilerden kaynaklanıyor. Bu etkiler, söz konusu toplumlardaki yaşantıyı demokrasinin normlarına ve ideallerine, çokça da moderniteye daha dirençli kılıyor. Aslına bakacak olursanız, konu edilen istisnacılık gelip ‘siyasetin yokluğu’ ile anlam buluyor. Eş deyişle, kemikleşmiş, verimsiz, hayal kurmayı bilmeyen ya da bir şekilde bundan men edilmiş toplumlardaki dayanışma ruhunun, toplumsal kaynaşmanın, hukuki kesinliğin, insan onurunun yokluğu ifade ediyor. Oysa toplumlar yaşantılarını sürdürmek istiyorlarsa, devlet olmanın gerektirdiği şartları yok sayamazlar.
Bu şartlar önce siyasi kurumların oluşmasını talep eder. Böylece hem fikirler açıkça ifade edilebilir hem de bunların etrafında, onlara can katacak beşeri ve maddi kümelenmeler oluşur. Bir de idari kurumlar gereklidir. Alınan kararların beceri, yaptırıcı ve adil yöntemlerle uygulanması bu kurumların dengede, uyum içinde çalışmasına bağlı olacaktır. Bunlar istikrarlı bir toplumsal yaşantının olmazsa olmazlarıdır. Devletin mekanizmasının tanımı da burada anlam buluyor.
***
Yalnız Arap değil, Ortadoğu toplumlarının neredeyse hepsinde görünen istisnacılık, temelde yerel veya küresel fark etmez, tüm gelişmeleri dini referansla tanımlama arzusu ile vücut bulur. İşin ‘öz’ olarak adlandıracağımız yanı İslam’ın bir uygarlık olarak tanımlanmasından yola çıkar. İslam, dinden öte, yaşama yön veren sosyal boyutu ile, kutsiyet atfedilen görüşleri ile bir hukuk düzeni sunar. Ancak faydasından söz edilebilecek sosyal yönü, dinin devlet yönetiminde referans olarak sunulması ile, ciddi anlamda örselenecektir. Afsah’a göre[4], bu sonunda her Müslüman’ın, olup biteni yalnız İslam referansı ile değerlendirmesine dek gidecek, din inanış olmaktan çıkacak, kısıtlayıcı, emredici, yaptırımcı bir hal alacaktır. Neticede rasyonel muhakeme gittikçe sönecektir.
Filistinli edebiyatçı yazar Faisal Darraj kültürel eğilimlerin de bu hale gelinmesinde önemli rol oynadığı kanısındadır. Suriyeli düşünür Sadık Al Azm’ın ‘Self Critisism After the Defeat’ başlıklı kitabının ilk İngilizce baskısına yazdığı önsözde, Darraj, Arap uluslarının çözmeye talip oldukları Filistin meselesi ile ilgili beklentileri karşılamadıklarını söyler. Bunun nedeni modernitenin talep ettiği eleştirel düşünce, rasyonellik ve sorumluluk konusunda savaşmaya hazır olmamalarıdır[5].
Al Azm kitabında, 1967 Savaşı ile ilgili popüler görüş ile resmi söylem arasındaki çelişkilerden söz eder: “1967 savaşındaki yenilgi ve sonrası için naqba (facia) sözcüğünü kullanmamız, aklanma talebi ile ilintilidir. Bu durumda sorumlu aranmaz, kimse olaylardan ötürü hesap vermez. Neticede felaketten etkilenenler ondan sorumlu tutulamazlar. Birileri bunun yanlış olduğunu ifade etse dahi, söz konusu sorumluluk, felaketin etkileri yanında önemsiz kabul edilecektir. Bundan dolayı bu gibi felaketleri kontrolümüz dışındaki güçlere, kadere, doğaya bağlıyoruz. Böylece bunlardan sorumlu olmuyoruz.”
Savaş yıllarının ünlü Mısırlı gazeteci, Al Ahram Gazetesinin Yazı İşleri Müdürü Muhammed Heikal Arap ordularının 1967 yenilgisi konusunda şöyle bir saptama yapıyor: “Modern ve bilgili bir düşmanla karşı karşıyayız. En az onlar kadar modern ve bilgili olmaktan başka bir çaremiz yok…”[6]
Bu görüşün Ortadoğu kültüründe kabul görmesi, yenilginin sorumluluğunu üstlenmekle eş değer olacaktır. Nitekim bu genelleme Al-Azm tarafından yeterli bulunmaz. Şöyle yazacaktır yukarıda adı geçen kitabında:
“Kimse, kendisini yardımsever olarak tanıtmayan, Kuran’da kendisine buyurulduğu gibi iyiye yönelip kötüyü ret etmeyen bir Arap’a rastlayamazsınız! Benzer şekilde kendisini bilim dostu olarak tanımlamayan, modernite ve gelişim yanlısı olmayan bir Arap’a da rastlamanız mümkün olmayacaktır.” Diğer bir deyişle, her şeyi bildiğini bilenin bir şeyi öğrenmeye ihtiyacı olmaz.
Çağdaşlaşmanın reddi
Yenilenme, çağdaşlaşma konusunda atılması gereken adımlar Arap geleneğinde bile bile ret edilmektedir. Bilime, rasyonel düşünceye, gelişime prim vermek, kimliğin belirgin öğelerini oluşturan köhneleşmiş yapıdan vazgeçmek olacaktır ki bu zorlu bir mücadeleyi gerektirecektir.
Bugün, Al Azm’ın problemi ortaya koymasından yarım yüzyıl sonra açıkça gördüğümüz, Arap toplumlarının bu değişimi kucaklayacak bir iradeye sahip olmadığıdır.
Daraj’ın söz konusu kitabın giriş yazısında yaptığı bir tespit önemli:
“Birçok acı tecrübe gibi 1967 yenilgisi de ‘yabancı komplosu’ olmaktan uzaktı. Bu, halk ile devlet kademeleri arasında paylaşılması gereken bir Arap acizliğiydi.”
Ortadoğu halklarını esir alan istisnai durum bu gerçeğin hiçbir şekilde kabul görmemesidir. Devletlerin uyması gereken kuralları vardır. Bunlara sırt çevrilmesi başarısızlığı beraberinde getirecek, yönetimsel ve / veya toplumsal işlevsizliğe neden olacaktır, hiç şüphesiz.
[1] Hisham Melhem, “The Barbarians Within Our Gates” , Politico, 18.09.2014
[2] Bernard Lewis, “What Went Wrong, The clash between Islam and Modernity in the Middle East”, Ocak 2002
[3] Doçent Dr. Ebrahim Asfah, Kopenhag Üniversitesi, Hukuk Fakültesi
[4] Doçent Dr. Ebrahim Asfah, After the Arab Spring – Democratic Aspirations and State Failure, 1b
[5] Faisal Darraj, “The Presance of the Defeat / The Presance of the Critical Book” (Self Criticism After the Defeat – 2012, Sadiq Al Azm…)
[6] Muhammed Heikal, Al Ahram, 20.10.1967 tarihli makaleden alıntıdır.