Geçen hafta Cumhuriyet´in 98. yılını kutladık. Yakında 100. yılına erişeceğiz. O başlı başına bir olgu. Önüme gelene bu konuda yıllardır savunduğum görüşümü açılıyor ve diyorum ki, ülkemizde gerek toplumun gerek cumhuriyetin gerekse demokrasinin sorunlarını cumhuriyetin ikinci yüz yılında aşacağız. Hiç değilse epey daha ileri bir noktada olacağız.
İtiraf edeyim ki, Varlık Dergisinin bir sayısında Sina Akşin ve Şahin Yenişehirlioğlu hocalarla yaptığımız cumhuriyet üstüne söyleşide bu düşüncelerimi serdettiğimde hayat henüz bu kadar hızlanmamış, mesela henüz cep telefonlarına geçmemiştik. Yüz yıl dediğim, bu nedenlerle şimdi biraz daha kısalabilir. Gene de önümüzde alacak bir yolumuz var.
O yolun ne olduğu başlı başına bir soru ve sorun. Ayrıntısına girmeyeceğim. Fakat bir süredir Türkiye’nin zorlandığı problemlerin demografik olduğu kanısını kendi içimde pekiştiriyorum. Batı Avrupa’nın 150 yıl önce tamamladığı bazı oluşumları, örneğin kentleşmeyi, biz ancak son 20 yıl içinde ‘icra ettik’. Öyle olunca da büyük kentlerde ansızın patlayan bu nüfusun bizi yüz yüze bıraktığı problemleri çözmekle uğraşıyor, o kitlenin hareketine bakarak Türkiye’deki demokrasi ve siyaset konularında görüş geliştiriyoruz.
Bir süre önce bu sorunlarla uğraşmak daha kolaydı. Şerif Mardin üstadımız Tanzimat’tan sonraki dönüşümü merkez-çevre ilişkisiyle açıklamıştı. Ben 2008 yılında Türk Siyasetinin Yapısal Analizi isimli kitaplarımın birinci cildini kendisine verdiğimde okuyup heyecanlandığını ve bir önsöz yazmak istediğini mutlulukla anımsıyorum. Kitapta merkez-çevre ilişkisini dönüştürmüş, ‘merkezdeki çevre’ ve ‘çevredeki merkez’ analizine erişmiştim. Hoca bunu çok önemsemişti. (O önsözü yazmasını galiba ben istemedim. Şimdi, yaklaşık 15 yıl sonra, kendimi anlayışla karşılıyorum. Bugün de aynı tutumu sürdürürdüm. Ama yazılmamış olmasına üzülüyorum.) Şimdi bu çözümlemenin daha da önemli olduğu kanısındayım.
Eğer çevre merkez ilişkisinin artık mekânsal bir realite olarak geliştiğini kabul eder ve bu modalite üstünde düşünürsek zannederim bazı demokrasi kısıtlamalarını aşmak, hiç değilse ortaya çıkan, önümüze gelen bazı dinamikleri anlamak daha kolaylaşır. Ben siyasetteki her hareketin sınıfsal olduğunu düşünenlerdenim. Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti kültürel hamleleri siyasal hamlelerin önüne aldıysa da mesele bu kadar bir değerlendirmeyle anlaşılamaz. O hamleler dahi sınıfsal bir tabana oturuyor. Bugün meydana gelen siyaset tercihleri de aynı kökten besleniyor. Bunu görüyorsam da bu yöndeki çözümlemelerin gitgide azaldığını hatta hiç kalmadığını fark ederek üzülüyorum.
Bu açıdan bakınca bizdeki cumhuriyet tartışmalarını da daha iyi kavrıyorum. Ama asıl sorun demokraside, onun günümüzdeki çıkmazlarında, sarsıntılarında düğümleniyor.
***
Son zamanlarda üstünde kafamı yorduğum bir sorun var: Epey yıllardır demokrasinin krizini ele alıyoruz. Bugünkü teknoloji dönüşümüne klasik demokrasinin yanıt vermekteki yetersizliğini dile getiriyoruz. Demokrasi hemen hemen dünyanın her yerinde ciddi tepkiler topluyor. Daha iyisini henüz bulamadığımız bu rejimi nasıl güçlendiririz diye siyaset biliminin önde gelen düşünürleri çalışıyor. Bu satırları yazdığım masanın arkasındaki büyük kütüphanenin geniş bir rafı bu konudaki kitaplarla yüklü.
Nasıl aşarız sorusuna da elbette cevaplarım var ama eski bir mühendis olarak önce problemi anlamak gerek. O zaman teknolojinin yeni bir ideoloji ürettiğini, demokrasinin de bu yeni fakat adı yeterince konmamış ideolojiye bağlı olarak dönüşmesi gerektiğini varsayıyorum. O sorun bence katılım kavramıyla ilgili.
Katılım dediğim gerçekliğin ucu yurttaşlık olgusuna dayanıyor. Klasik demokratik teoride yurttaşlık statik bir durumdur. Tanımlanmış bir kimliğe dayanır. Yurttaşın, Antik Yunan’dan beri gelen aslî görevi yönetime katılmaktır. Bunu da temsil ilişkisi içinde yani seçime giderek, oy kullanarak, temsilcisini seçerek, parlamentonun oluşumunu sağlayarak işletir. Gene klasik demokraside yurttaşların siyasal özeler olduğu varsayılır. Yani yurttaş siyasetle içli dışlı olan, olmayı isteyen varlıktır. Bugün böyle bir yurttaş ‘tipi’ni görmüyoruz çevremizde. Yurttaş artık çoğul kimlikli, siyaseti mikro sorular etrafında düşünen, katılımı gene sadece sorunun çözümü için öne çıkmak, söz ve tavır almak şeklinde idrak eden, makro siyasete mesafeli birisi.
Bu durumda demokrasiyi nasıl işleteceğiz? Gelişmiş toplumlarda, mesela demokrasiyi dünyada en iyi uygulayan ülkelerden ABD’de seçime katılma oranı akıl almayacak kadar düşük. Temsil bu durumda neredeyse matematiksel olarak hiç sayılacak düzeylerde teşekkül ediyor. Üstüne üstlük kendisi duyumsatan sorunlara çözüm bulmakta geç kalıyor. Özellikle gençler kendilerini ‘politik özne’ olarak nitelendirmiyor, politikanın ana yapısal özellikleriyle ilgilenmiyor. Nedeni daha da dehşet verici: Siyasete inanmıyorlar. Bugünkü siyasetin çöktüğünü, çürüdüğünü düşünüyorlar.
İyi yetişmiş, iyi gelir elde eden, toplumun elit diyeceğimiz kısmı siyasete böyle yaklaşınca, demokrasinin temel mekanizması çevrede işliyor. Merkezle çevre arasında bugün her zamankinden daha büyük bir uçurum var. Türkiye’de çok dile getirilen ve git gide daha fazla can yakan kutuplaşmayı bu açıdan görmek gerekir. Çevrenin git gide daha artan taleplerine cevap vermeye çalışan ve onların temsil potansiyelini bünyesinde barındıran siyasetle ona sırtını dönmüş merkez!
***
Böyle bir ortamda siyasetin, daha doğrusu demokrasinin yeni terkibi ne olabilir?
İki aşamalı bir cevap deneyeyim. Birincisi ve en önemlisi katılım meselesidir. Katılım ve temsil gücü sağlanmadan demokrasi olmaz, hiç değilse eksik, çarpık ve yetersiz kalır. Ama katılım sadece bugünkü veya daha şık bir terimle ‘verili’ siyasete katılmak değildir. Bahsettiğim, sorun odakları etrafında geçici ve dinamik örgütlenmeler de katılımdır. Sorun çözülünce örgütlenme dağılır. Ebediyete kadar devam eden durağan bir model bugünkü dünyanın gerçeğine uymuyor.
Katılımın önemini ve ihtiyacını kabul edince geriye siyasetin ve onun kurucu elemanı siyasal partilerin kendilerini dönüştürmesi gelir. Verdiğim tanıma uygun, parti içi demokrasiyi güçlendirmiş, temsil adaletini partide gerçekleştirmiş, aşağıdan yukarıya örgütlenen, yönetim kadrolarını hızla değiştirme yeteneğine sahip, güncel sorunları göz boyamak için değil doğrudan bir girdi kabul eden siyasal partiler değişen oranlarda temsil gücü kazanacak önümüzdeki dönemde. Bir örnek vereyim: Çevre ve iklim sorunları neden bir tek partinin sorunu olsun ve neden bir tek parti bu soruna cevap vermek için örgütlensin? O potansiyel bu sorunu içselleştirmiş tüm partilere dağılabilir. Akla gelen soruları anlıyorum: Merak etmeyin böyle bir meseleyi tüm partiler değil bazı partiler benimser ve savunur. Potansiyelin nereye gideceği de bellidir.
Demokrasi karmaşık bir kavramdır. Bazen bir mekân, bazen bir kimlik, bazen bir düşünce sorundur. Ama özünde temsildir. Temsil de, söyledim, katılımla sağlanır. Tamam ama bu durumda gene egemenliği elinde tutan halk anlamındaki cumhuriyeti ne yapacağız? Temsil ve katılım esassa cumhuriyetin bu boyutu demokrasiyle kesişiyorsa aralarındaki fark, ayrım veya etkileşim hangi koşulları içerecek? Yoksa cumhuriyet demokrasiden daha ileri bir ‘şey’ midir? Demokrasi kurmak için cumhuriyete ihtiyaç var mı, yoksa bu ikisi birbirini doğallıkla besleyen olgular değil mi? Sorular ciddi, önemli ve zevkli ama önce demokrasi hakkında söylediklerimi hazmetmek gerek. Sonra gerekirse düşüncelerimi açıklarım.
Şimdilik yaşasın demokrasi diyorum...